‘Değişmezliğin böylesine demir attığı ve bozgunun dizginlenmez hızla devam ettiği bir ülkede’, artık yazsan ne yazar, yazmasan ne yazar?’ bıkkınlığı içindeyim. Çünkü bu ‘kara yazımızı’ başkaları yazıyor. Biz sadece okuyoruz. Taleplerini emir telâkki ediyoruz. Hatta, akıl edip bir talepte bulunmazlarsa, kendimiz yaranma/yaltaklanma (hadi iyimser bir yorumla, ‘küresel zorbanın şerrinden korunma’ diyelim) talebinde bulunuyoruz. Şöyle yapsak, sizin için daha iyi olmaz mı, diye göze girmeye çalışıyoruz. Pek onurlu değil ama, bu da bir taktik işte.
Tabii ki pes etmedim, etmem de. Yazmaya, yaratanın müsaade edeceği son dakikaya kadar devem edeceğim. Ama gelin, görün ki, incinen medeniyet onurumuz yüzünden psikolojimiz/kimyamız bozuldu. Vasat arzuladığımız vasat değil, idrak genetiğimize uygun bir idrak değil. Kabaran öfkemizi teskin etmek için, Ömer Seyfettin’in “Diyet” hikâyesini dönüp, dönüp okumak ihtiyacı hissediyoruz. Çünkü, ‘düşman kavi, tâli zebun!’ Ben çılgınım, cemiyet cinnet geçirmede! Kaleler bir bir düşüyor, umutlar Ağustos’da üşüyor!..Etkili ve yetkili merciler ise meşin koltuklarına yaslanmış, Acun’un Firarî dünyasını seyrediyor. Yazı değil, arşa yükselen çığlık bile muhatabını bulamıyor artık.
Sahi, bu ay ne yazsam acaba?
Geç de olsa, Süleymaniye’de, kirli çuvala geçirilerek, ayaklar altına alınan onurumuzun büyük acısını mı yazsam? Fakat yazacak ne kaldı ki, büyük bir yetkili, Amerikalı büyük yetkililerin ‘olaya açıklık getirdiklerini’ söyledi ve olay kapandı. Hayret, kapalı olan neydi de, menhus olaya açıklık getirildi? Körpe kızı iğfal eden ahlâksız adam, iğfali nasıl yaptığını anlatınca, suçu ortadan kalkmış; kız tarafı da ikna edilmiş mi oluyor?
Ne kadar esnek. Ne kadar hazımlı bir çağda yaşıyoruz? Posmodern etik dedikleri bu zahir! Klasik ve geleneksel değerler buhar olup göğe mi uçtu, yoksa utancından yerin dibine mi girdi? Hadi bunu geçtik diyelim, Kuzeye ayak bastırmayan süper güç; çocuklarımızı Güneyin ateşi içine atmak istiyor. Daha fecaati ise, biz gönüllü olarak bu ateşin içine atılmak için can atıyoruz. Tuhaf bir psikoloji, tuhaf bir yönetim biçimi? ‘Dik durmayı’ fizik anlamındaki ‘şakulî durumla’ karıştırıyorlar galiba. Yoksa bunlar, ‘Diyet’i, “Pembe İncili Kaftan’ı okumadılar mı? Hâkim bir tavırla istenileni, metazori şart koşulanı yerine getirmenin adı ‘uyum’ değildir, ‘emre uymak’tır. (Bütün bunları yazmayacaktım ama, yine sabredemedim. İnsanı her renge boyayan, şu global projeye bir türlü ısınamadım gitti!)
ÇILDIRAN CİNSELLİK
Öte yandan çıldıran ve çıldırtan azgın cinsellik, bir yanardağ patlaması gibi, bir cehennem ateşi gibi ülkeyi tehdit ediyor. Böyle bir ahlâksızlıkla yaşanmaz; bu ortamda yetişen nesilden topluma bir fayda gelmez. Alçakların oluşturduğu toplumdan, ‘yüksek bir eser’ çıkmaz; yüksek eser üretemeyen toplumlar ise uzun süre var olamaz.
İçi geçmiş yaşlı dinazorlar, keyif içinde bu süfli ‘oynaşmaları’ izlerken, genç ve bozulmamış bir beyin olan Can Dündar isyan ediyor, bu çığırından çıkmış, haya perdesini yırtmış, salgın hastalık gibi ülkeyi saran cinsellik belâsına. Ya siz neredesiniz, frekans ve referans değiştirenler? Yoksa referansla birlikte, ahlâk telâkkinizi de mi değiştirdiniz?
***
Rezalet ve utanmazlık cinneti o dereceye vardı ki, sokak programcısı bir tv sunucusu dahi ‘bu kadarı da iyice rezalet’ diye feryât ediyor. Ahlâkî endişeden, ayıp düşüncesinden, sosyal tepkiden azâda bir nesilde, ne vatan sevgisi, ne utanç duygusu gelişeceğine dikkat çekerek, ‘işte yarattığınız azgın nesil, alın tepe tepe kullanın’ diyor. Peki, ya siz ne diyorsunuz?
“ÇALKALA KIZIM ÇALKALA”
Erken gelen popülist şöhretin şımarttığı toy bir delikanlı, ‘sıcak, çok sıcak...daha da sıcak olucak!’ diye ekranda inlerken, isterik bir aşüfte de, yavaş yavaş soyunarak ona eşlik ediyor. Alenen genç nesle seyrettirilen şehvet seansı yani. Bu delikanlı, şöhret basamaklarını hızla tırmanmak için ‘poposunu emin ellere teslim ederek’ (kendi ifadesi) çırılçıplak resimler çektirmiş. ‘Göreceksiniz, bu çok hayırlı bir proje!’ diye de, övünerek anlatıyor rezilliğini. Utanmak şöyle dursun, bu ahlâksız pozlar için toplumdan takdir bekliyor. (Bunları seyreden kışkırtılmış gençlere, nasıl gidin Necef çölünde vatan için-hangi vatan?-ölün diyeceksiniz?)
Fizik güzelliği, endamı yerinde, ama ruhu kaybolmuş, körpe bir hatun kişi, daha doğrusu süflî arzuları ateşleyen dişi; insanın yaratılış ve kemâle erme gayeleriyle, iffetle, namusla, hâyâ ile, utanma, bütün faziletler manzumesiyle alay edercesine, 70 milyonun-buna üst düzey yöneticiler de dahil-, gözlerinin içine bakarak, ‘Çalkala kızım çalkala, çalkala oğlum çalkala, bak dünya da dönüyor!’ (yani o da çalkalıyor) diyor. Zaten, ‘ülkede en iyi Tarkan ile ben çalkalıyorum!’ diye de, gurur duyuyor bu ‘çalkalama’ eylemiyle.
Edeb, hicap, iffet, ‘göz değmemişlik’, namus, ar, ahlâk, günah...Kültür, idrak, fikir, medeniyetin insanı olmak, örfe saygılı davranmak, kişilik onur, şahsiyet, haysiyet... falan, filan, hepsi yalan. Ona göre dünyanın tek gerçek eylemi var: ‘Çalkala oğlum çalkala, çalkala kızım çalkala!’ Büyük zatlar boşuna, “Min fitnetinnisa, min fitnetin şerrinnisa!” diye duâ etmemiş.
Sahi, bu ülkede, RTÜK diye bir kurum var galiba, değil mi? (Hani Necip Fazıl der ya, ‘Durum diye bir şey var, buyurunuz işte durum/Bu hayat çirkef oldu, bu gökyüzü bodurum!’ İşte öyle bir şey! Tabii ki, suçu sadece RTÜK’e yıkmak haksızlık olur. Ama ne iş yaparlar, varlıklarının gayesi nedir? Bir toplum, ahlâkî alçalışın., sosyal çözülmenin, kültürel yozlaşmanın, yaşadığı sosyal cinnetin neresinde uyarılır, Allah aşkına? Ne zaman harekete geçecek, ne zaman devreye girecek, ne zaman içtimaî âfete dur diyecekler? Onlar ya da başkaları!..
Kutsal kitaplar, sapıtarak yoldan çıkmış ve bu yüzden Allah’ın gâzâbına uğrayıp helâk olmuş/yeryüzünden silinmiş, lânetlenmiş toplulukların ibretli hikâyeleri/menkıbeleriyle doludur. Hiç mi düşünmez, hiç mi ders almazsınız? Oysa yaratan açıkça ikaz etmiştir insanoğlunu: “Helâk ettiğimiz bir şehre, bir medeniyete, (bir topluluğa) yaşamak haram edilmiştir. Onlar bir daha geri dönemezler!” (Enbiya Suresi, 95. âyet.)
Ne denir, Allah hidayete erdirsin... (Alçalın alçalabildiğiniz kadar, ‘cehennemin dibine kadar yolunuz var!, diyemiyor insan yine de!)
SOSYAL AFET
Diğer bir çılgın ve baştan çıkarıcı kadın kişi, azgın bir ritimle, nefis nez/lesi olmuş gibi, hayâsızlık sarasına tutulmuş gibi, etrafa bulaşıcı mikroplar saçıyor ekran arıcılığıyla.
Başı ezilmiş yılan gibi kıvranıyor, müstehcen ötesi/pornoya yakın teşhirci, ’tahammül mülkünü yıkıcı’ figürlerle/kıvrak ve baştan çıkarıcı/çıldırtıcı beden sunumuyla eğilip-bükülüyor. Neredeyse, en mahrem yerlerini gözümüzün-ağzımızın içine sokacak. Bir türlü tatmin olmuyor...azgınlığını dizginleyemiyor. Tam bir cinsel cinnet!.. ‘Şeytanın gör dediği’ müstehcen açılara ayarlı oynak kameralar ise hareketin ritmine uyarak, bütün mahrem detaylara zum yapıyor.
Bununla da yetinmiyor, tatmin olmuyor, çıldırtan azgın dişi; âdeta kameranın içinden çıkarak, zehirli bir yılan gibi evlerimizin eşiğinden sinsice içeri süzülmek ve genç neslin beynine, yüreğine, ruhuna sokulmak istiyor. Ne acıdır ki, bu ‘sosyal âfet’, bu fitne musibeti kimsenin umurunda değil. (Yoksa her şey, dizayn edilip, programlanan ‘sosyal çökertme projesine’ uygun bir şekilde mi cereyan ediyor?)
Halbuki, bırakınız dinî hassasiyeti/ahlâk endişesi taşıyan toplumu; din dışı bir toplum bile, çığırından çıkmış bu cinsel sapkınlığa, bu hayasızlığa uzun süre dayanamaz, tahammül edemez ve çöker gider. Çünkü, bu durum her şeyden önce toplumsal, sosyal, ahlâkî ve psikolojik bir felâkettir! İnsanlar şirretleşip, ‘edeb eşiği aşılınca’, artık o topluluğun çöküşünü önlemek mümkün değil.
***
Tabii ki, sadece kadınlar değil, sözde erkek sanatçılar da, cinselliği çılgınlık çizgisinin/sınırsız hürriyetin ötesine taşıyor. Bunlardan biri, ateşli Yunan dilberle açıktan sürtüşüyor; sonra da televole kameralarına, ‘nasıl, işi iyi yapmışız değil mi?’ diye böbürleniyor. Toplumun düşüşü hakkında bir fikir edinmek istiyorsanız, bir zamanlar utanç duyulan hallerden, şimdi övünç duyulur hale gelindiğini görmeniz yeter herhalde?
Daha ne olsun? Bunlar faraziye, paranoya, fantezi kurgu, hezeyan falan değil. Gündüzleri sokakları dolaşın, akşamları medyayı izleyin, soysuzlaştırmanın başını çeken şeytan kliplerini seyredin daha pespayeleriyle karşılaşacaksınız. (Ege ve Akdeniz sahillerinde, her yaz karadan denize, denizden karaya doğru esen âfet rüzgârları bizzat görmediğim için, yorumu gidip görenlere bırakıyorum!)
COLA TURKA-ALATURKA
Bir de, Cola Turka-alaturka meselesi var. Elbette çok mühim bir atılım değil, ama yine de ülke için gurur verici bir çıkış diye sevindik. ‘Yerli malı, yurdun malı/Herkes onu kullanmalı!’ tekerlemesini ilkokuldan sonra bir kere daha hatırladık böylece. Ne var ki, fazla sürmedi sevincimiz. Neden mi, tabii ki komplo teorileri yüzünden. Efendim, Cola Turka, bir kere niye Cola Turka? Şıra Turka, (hoş ya da nahoş, bu ‘turka’ da bizden değil ya, neden doğrudan Türk İçeceği denmemiş?/Niye, bizden olmayanlar, ‘bendensin!’ diyor?)
Doğrusu, ‘Türk Şırası, Türk Şalgamı, Türk Şerbeti, Türk Ayranı, Türk Turp’u falan olmalıydı. Çünkü cola’nın yerlisi, millîsi olmaz. Bu tamamen sömürü kültürü, Amerikan kültürü. Cola bizatihi zararlı bir madde; ha Amerikan malı olmuş, ha Türk malı.
Hani, şirketlerin değil, fikirlerin çatıştığı 70’li yıllarda meşhur bir slogan vardı ya:
‘Yüzde yüz millî olduğun gün, cihan senindir!’ diye. Öyle bir şuurlanışın, öyle bir bilenişin, öyle bir çıkışın, öyle bir hesaplaşmanın özlemi var içimizde. Yani, ne kadar soğuk olursa olsun, Cola Turka bile söndüremez içimizdeki medeniyet yangınını!..
Öte yandan, komple teorisi daha da ileri götürülerek, zor durumda olan ve gerek ülke içinde, gerekse İslâm âleminde pazar kaybeden Coca Cola’nın, Cola Turka’yı bizzat kurdurduğu yolundaki söylentiler, aklımızı iyice karıştırdı. Ülker böyle bir oyuna/gıllıgışlı bir işe gelir mi, bilinmez; ama bu ‘piyasada paranın millîyeti ve dini yoktur’ derler. Para ile değiştirilmeyen değerler manzumesi, eski bir nostalji olarak, naftalinli sandıklarda (yoksa sandukalarda mı?), dirilecek/yenilenecek zamanları bekliyor. Bakmayın Cola Turka ile coşup, alaturka nutuklar atmamıza; ‘büyük hasret’ içten içe ruhumuzu yakıyor.
Ne mutlu, milleti özlediği iklime kavuşturacak olan kutlu kişiye.
|