Mezopotamya ovasında kalker ve lavlarla örtülü dağların yamacına kurulu Mardin şehri bizleri yüzlerce yılın ötesinden bağrına basıp, geçmişin hikâyelerini anlatıyor. Mardin adı Merdin’den gelir. Kaleler anlamına gelen Merdin ismi halk arasında bugün de kullanılmaktadır. Mardin kalesi (Kuşlar yuvası, Kartal kalesi veya Kartal yuvası), Eskiköy’de Kal’at’ül Mara, Deyr’üz-Zefaran manastırının kuzeydoğusunda Arur kalesi ve Erdemeşt kalesi şehri halen yükseklerden koruyup kollamaktadır.
Ticaret ve Haçlı seferlerinin yolu üzerinde olan Mardin de Anadolu’daki pek çok kent gibi defalarca el değiştirdi. Sıra ile Subarular, Hurriler, Sümerler, Akatlar, Hititler, Midiler, Asurlular, Urartular, Mittaniler, Aramiler, İskitler, Kimmerler, Persler, Makedonyalılar, Abgarlar, Romalılar, Sasaniler, Emeviler, Abbasiler, Hamdaniler, Mervaniler, Türkmenler, Selçuklular, Artuklular, Karakoyunlular, Akkoyunlular, Safevilerin saltanat sürdüğü şehir uzun süren bir kuşatmadan sonra 1517 yılında Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlı egemenliğine girer.
Kurtuluş savaşında gösterdiği direnç dillere destandır. I. Dünya savaşında önce İngilizler daha sonra Fransızlar şehri zaptetmek ister. Zamanın İngilizlerin Irak valisi Noel şehre gelir ve halktan şehrin teslim edilmesini ister. Halk bunu büyük bir miting düzenleyerek protesto edince vali şehirden ayrılır. Mardin Müdafaa-yi Hukuk-i Milliye Cemiyetini kuran Mardinliler milis kuvvetleri oluşturarak Erzurum kongresine iki temsilci gönderir. Mustafa Kemal’e Kurtuluş savaşımıza katılma desteği veren Mardin temsilcileri geri döndüklerinde halkı Fransızlara karşı bilinçlendirdiler. Fransızlar ise boş durmazlar, halka şehri teslim ettikleri takdirde Mardin’i Avrupa’nın en büyük şehri yapacaklarını; işsizliği ortadan kaldıracaklarını, halka ekonomik destek vereceklerini, yönetimi yerli halktan oluşturup, şehrin idaresini yerel idarecilere devredeceklerini, her türlü hürriyeti sağlayacaklarını, Mardin belediye meclisinde halka deklare ederler. Halk ise “Bunların hepsi zaten bizde var” diyerek Fransızları şehirden kovar, şayet şehri terk etmezlerse kan döküleceğini beyan eder. Fransızlar bunun üzerine korkularından şehir halkından korumalar alarak şehri terk ederler. Mardin halkı Mustafa Kemal’i daha paşalığında iken sevmiş, bağrına basmıştır. Özellikle generalliğini Mardin’de alan Mustafa Kemal, daha sonra 1917 yılında şehri ziyaret ettiğinde de Mardin halkı paşaya sevgi ve bağlılığını sunmuş, bunun delili olarak Erzurum kongresine katılan ilk vilayetlerden olmuştur.
Mardin’in merkezi Ulucamiden başladığımız gezimiz, dar sokaklardan geçip yokuşları tırmanırken bugün Mardin ismi ile bütünleşmiş evleri seyrederek başlıyor. Bölgeden çıkan kireç taşından yapılan evler binlerce yıldır tüm Anadolu’da olduğu gibi yaz ve kış sıcaklığını eşit ve içerilerini de oldukça serin tutmakta,.fakat bu evleri Mardin evi yapan tüm dünyanın hayranlıkla seyrettiği kapı ve pencerelerde bulunan yine taş oyma işçiliklerdir. Sokaklar öylesine dar ki, arabaların girmesine imkan yok. Gezimizi bu sebeple yürüyerek yapıyoruz. Merdivenlerden çıkıyor, dar sokaklardan geçerken kapı önlerinde oturan büyükler de, oynayan küçükler de bizleri selamlıyor.
Mardin tepesinin etekleri aynı zamanda gerek Selçuklu, gerek Osmanlı döneminden pek çok eseri barındırmaktadır. Bunların başında şüphesiz Ulucami gelir. Mardin çarşısının içinde ana cadde üzerindedir. Artuklular döneminde 12. yüzyıl sonlarında yapıldığı sanılan caminin kesin inşa tarihi belli değildir. Bütünüyle kesme taştan yapılan cami enfes bir Selçuklu tarzında baş eserlerden bir tanesidir. Yine şehrin muhteşem yapılarından biri olan Kasımiye medresesi kentin batısında yer alır. Kesin yapım tarihi bilinmeyen medresenin yapımına Artuklular döneminde başlandığı, Akkoyunlu hükümdarı Cihangirin oğlu Kasım tarafından tamamlandığı sanılmaktadır. Bütün ovaya hakim debdebeli ve kalabalık günlerini geride bırakmış, yaklaşık altı yüz yıldır sessiz ve dingin olduğu yerde zamanı durdurmuş gibidir. Bütün zenginliği bir gerdanlık gibi kendini süsleyen taç kapısında toplanmıştır. Medresenin güzelliği kadar efsanesi de dillerdedir. Timur’un başını kestirdiği Kasım Sultan’ın başından akan kanların bacısı tarafından kanının yerde kalmaması için medrese duvarlarına savrulduğuna ve de efsaneye göre hala duvarın biraz ıslatılması ile ortaya çıkan kırmızı lekelerin Kasım Sultanın kanı olduğuna inanılır. Medrese avlusunun kuzeyinde büyük bir eyvan, doğu ve batı yanlarında revaklar, bunların arasında da medrese hücreleri bulunur. Eyvanın içindeki iki çeşmenin suyu bir kanalla ortadaki havuza akar. Avlunun iki yanındaki revakların uçlarına kare planlı birer türbe vardır. Kemerleri, türbelerin dilimli kubbeleri, taç kapısı, cami kubbesi ile Kasımiye medresesi muhteşem bir abidedir. Hazır medreseleri anlatırken Zinciriye ve Hatuniye medreselerini anlatmadan olmaz. Zinciriye medresesi Sultan İsa medresesi olarak da bilinir. Mardin’de Medrese mahallesinde eğimli bir arazi üzerinde yer alır. Melik Mecdeddin İsa tarafından 1385 yılında yapılmış bir anıttır. Batıda türbesi, doğuda ise camisi yer alır. Caminin üst katında arka kısmında karemsi bir avlu ve avlu üzerinde ince uzun birer oda bulunur. Avlunun güney cephesinde beş kemerli bir revak yer alır. Güney beden duvarına yaslanan revakın arkası, manzaraya açılan dört büyük pencere ile hareketlendirilmiştir.
Nefise Sultan medresesi olarak da bilinen Hatuniye medresesi Konya’nın Karaman ilçesinde, Külhan mahallesinde, Karaman oğlu Alaeddin Bey’in karısı ve I. Muradın kızı olan Nefise Sultan tarafından 1381-1382 yıllarında mimar Numan bin Hoca Ahmet’e yaptırılmıştır. Yöresel mimariye uygun kesme taştan, dikdörtgen planlı yapının; kelimelerle anlatılamayacak kadar muhteşem, beyaz mermer taç kapısı dikkati çeker. Taç kapı nişi geometrik ve bitkisel motiflerle oluşturulmuş dört sıra bordür ile çevrilidir. Bunun iki yanında mihrap nişlerinin kenarlarına sütunlar yerleştirilmiş, kemerlerin içi mukarnaslar ile doldurulmuştur. Taç kapının arkasındaki giriş eyvanından avluya geçilir.
Daracık bir kapıdan girilen avlusu ile Latifiye Camisinde Artukoğulları döneminden kalma abidevi bir eserdir. 1314 yılında Melik Salih ve Melik Muzaffer’in adamlarından Abdullatif bin Abdullah tarafından yapılan caminin minaresi Mısır valisi Muhammed Ziya Tayyar Paşa tarafından inşa ettirilmiştir. Abdullatif Camisi olarak da anılan caminin türbesinde Sultan Avis ve Melik Mansur yatmaktadır. Ana cadde üzerinde bulunan Şehidiye medresesi ve cami de görülmeden dönülmeyecek mekanlardandır.Türbesi de içinde bulunan Sultan Melik Nasruddin Artuk Aslan tarafından 1201-1239 yılları arasında inşa edildiği sanılan caminin minaresi 1916 yılında yaptırılmıştır.
Mardin’i gezerken ziyaret ettiğimiz her eseri anlatmaya kalkarsam, maalesef sayfalar yetmez.. Ama siz siz olun gidince, Eminüddin ve Necmeddin Külliyelerini, Melik Mahmud Camisi olarak bilinen Babü’s-Sur Camisini, Süleyman Paşa Camisi olarak bilinen Molla Hari Camisini, Şeyh Çabuk Camisini, Hamid Camisini ve Şeyh Ali Camisi olarak ta bilinen Şeyh Mahmud Türki Camisini, Pamuk Camisini, Reyhaniye Camisini, Azap camisi olarak da bilinen Arap Camisini, Şeyh Muhammed ez-Zerrar Camisi olarak da bilinen Hacı Ömer camisini, ayrıca şehirde ve yakın çevresinde bulunan Marufiye, Altunboğa, Savur kapı medreselerini, Kayseriyye Çarşısı, Revaklı Çarşı ve Firdevs Köşkü ile sayamadığım hamam ve türbeleri gezmeden sakın dönmeyin.
Serin avlularda yapılan gezileri, olmazsa olmaz dediğimiz bir taraftan yapılan alış verişin keyfi, yenen yemeklerin zevki Mardin Kalesine çıkarken bizlere yokuşların yorgunluğunu unutturuyor. O kadar çok geri dönüp şehri ve ovayı seyrediyoruz; adım adım çıkıyoruz Mardin Kalesine. Mardin Kalesinin bir diğer ismi “Kartal Yuvası”dır. Kim sahip olduysa, sahibine hem sevinçler hem üzüntüler yaşatmış bu kaleye, MS 330 yılında ateşe ibadet eden ve güneşe tapan Şad Buhari isminde bir kıral gelip Mardin kalesinde kalır. Rahatsız olan kıral, kalede kaldığı süre içerisinde iyi olunca, kendisine bir kasır yaptırıp, 12 yıl burada yaşar. Daha sonra kendi memleketi Pers ve Babil'den birçok asker ve sivil getirip, onları Mardin’e yerleştirir. Getirilen halkın vasıtasıyla MS 442 yılına kadar bir çok ilerlemeler görülür. MS 442'da veba salgınından dolayı kaledekilerden sağ kalan olmaz. MS 542'e kadar Mardin Kalesi boş kalır.
MS 975-976'da Hamdaniler'den Hamdan bin El Hasan Nasır El Devle bin Abdullah bin Ham binlerce yıldır hakim bir konumda bulunan bu doğal kaleyi bir takım eklemelerle, daha korunaklı bir hale getirmiştir.
Kalenin ovadan yüksekliği bin metre kadardır. Kalenin bir kısmı sarp kayaların üzerine oturmuştur. Meyilin fazla olduğu insanın çıkıp inmesi ihtimali bulunan yerlerinde, bundan istifade edilerek sur inşa edilmiştir. Kalenin güney kesiminde bir kule hala ayaktadır. Kalede daha önceleri mesken olarak kullanılmaya yarayan kalıntılar gözlenmektedir. Evliya Çelebi her zamanki anlatım özelliğiyle kale ambarlarının çok miktarda erzak, cephane ile dolu olduğunu yazmıştır.
19. yüzyılın ilk yarısında mevcut olan surların, bugün yalnız temellerine rastlanmaktadır. Bir çok kez kuşatılan kale, Timur'u bile çileden çıkaran direnişini, bünyesinde barındırdığı su sarnıçları ve ambarlarındaki bolluk ile sağlamıştır. Hatta Timur öfkesinden kalenin eteklerini saran ormanları yakmış, rivayet o ki o gün bu gün oralarda bir daha öylesine gür ormanlar olmamış. Zamanında şehrin altı kapısı mevcutmuş. Bunlar ilin batısında Diyarbakır Kapı, Doğuda Savur Kapısı, Kuzeyde Bab-ı Şavt, kuzeybatıda Bab-ı Hamara, Güneybatıda, Bab-ı Zeytun, Güneyde Bab-ı Cedid (Yeni kapı) dir.
Bu kapıların sağlamlığı kalenin uzun yıllar zapt edilemeyişine önemli bir etkendir.
Mardin ilinin 3 km. doğusunda ki Deyr’uz Zefaran Manastırını ziyaret etmek üzere kaleden ayrılıyoruz. Manastırdan sonra Kız Kalesine uğrayıp, şehir gezimizi bitireceğiz. Mardin için müstesna bir abide olan manastır 639 yıl boyunca Dünya Süryanilerinin Patriklik merkezliğini yapmıştır.
Deyrulzafaran Manastırı Yukarı Mezopotamya'ya bakan yamaçlarda yer almaktadır. Manastırın güney kısmı hariç diğer tarafları dağlarla çevrilidir. Süryanilerin tarihi ve dini değerleri arasında bugüne kadar ne kadar ayakta kalabildiği bilinmemekle beraber Mardin ilinin kuruluşuna kadar uzandığı tahmin edilmektedir. Milattan öncesine ait yapı 19. yüzyılda bulunmuştur.
Bu yapıda göze çarpan en önemli özellik tavan yapısıdır. Tavanı oluşturan taşlar 20x0.5 m. ebatlar 13 sıra halinde ve aralarında herhangi bir harç olmaksızın birbirine kenetlenmiş halde duran geometrik yapıdadır. Göze çarpan diğer bir özellik ise mabedin her iki tarafında kemerli kurban sunaklarının bulunduğu kısımlardır. Manastırın milattan sonrasına ait dönemlerde yapılan eklentiler Hıristiyanlık döneminin başlamasıyla birlikte gerçekleştirilmiştir. Adını çevresinde yetiştiği söylenen zafaran bitkisinden aldığı söylenir.
Her şeyi yakından takip eden manastır 1853 yılında baskı makinesi alarak, Arapça, Türkçe, Süryanice kitaplar basmış hatta Hikmet adında da bir dergi çıkarmıştır.
Kiliseleri, kubbe ve sütunları, ahşap el işlemeleri kapılarıyla geçmişin en güzel mimari örnekleriyle Süryanilerin dini ve tarihi değerleri arasında dünya çapında eşsiz bir abide niteliğini bütün görkemliliğiyle muhafaza eden manastırda bizleri rahip yardımcıları karşılıyor. Manastır gezimiz boyunca bize refakat eden rahipler bir ev sahibi gibi bizi ağırlıyor ve bilgilendiriyor. Hatta manastırın alt katındaki Zerdüşt tapınağını gezdirirken uzun uzun güneşe ve ateşe tapan yörede bir vakitler yaşamış insanlar hakkında bilgi veriyorlar. Onlara ait olan bir tapınağın üzerine manastırın inşa edildiğini anlatıyorlar.
Şimdi sıra sizlerde. Bizler gibi sınırlı tur programı yerine sizler Mardin’e daha geniş zamanlar ayırın. Bütün kalelerini, hanlarını, hamamlarını, kervansaraylarını, tarihi eserlerini tek tek gezmeden, elinizle dokunup tarihi ruhunuzun derinliklerinde duymadan sakın dönmeyin.
|