Doğu halklarının ve bu bağlamda Türklerin bilim ve teknoloji alanlarında tarih boyunca Dünya halklarına ne denli katkılarda bulunduğu meraklılarınca malumdur. Avrupa Orta Çağını yaşarken doğuda görkemli güneşler parlamakta, dünyanın kültürel, siyasal ve ekonomik merkezleri bu coğrafyada yer almakta idi.
Sonra yavaş yavaş bu parlayan güneş batan, batarken de bütün rüyaları beraberinde götüren bir zulmet halini aldı. Avrupalı sömürgecilerin haçlı seferlerinden itibaren "Şark Sorunu" olarak adlandırdıkları, bizden (!) bazılarının da mal bulmuş mağribi gibi sarıldıkları bu "laf" kapsamında neler tezgahlanmış, nerelere ulaşılmıştı. |
1923'te kuruluşu ile Doğu'nun ezilen halkları arasında çok büyük ümitler doğuran genç Türkiye Cumhuriyeti, ulus devlet ilkeleri çerçevesinde hayata geçirilmiştir. Nitekim Mustafa Kemal Atatürk'ün Türk ulusunun geleceğine dönük gayretleri de bunu açıkça gösterir mahiyette idi. Ulu önder "İlim tercüme ile değil tetkikle olur" sözündeki taviz vermez ulusçuluğu ile Türk Tarih Kurumu (Türk Tarihini Tedkik Cemiyeti), Türk Dil Kurumu (Türk Dili Tedkik Cemiyeti), Ankara Etnografya Müzesi gibi çok sayıda kuruluşun açılmasına etkili olmuş; bu yolla Türk soyunun mazideki ve mevcuttaki kültürel ve tarihsel değerlerini ortaya koymayı amaçlamıştır.
1938'e yani Mustafa Kemal'in vefatına kadar olan döneme bakıldığında 15 yıllık yeni devletin, daha sonraki 65 yılda ihanetle yıkılamayacak kadar büyük işler becerdiği görülecektir.
Türk bilim hayatına ve bu bağlamda üniversitelerine bakıldığında Türkiye'nin siyasal ve sosyal açıdan en buhranlı dönemlerinde bile çok önemli misyonlar yüklendiği görülecektir. Boykotlar, tehditler ve çatışmalar arasında bile bugünküne nazaran bir şeyler yapılmaya çalışıldığı dikkatlerden kaçmamaktadır. Bir gece yarısı alınan ve sonrasında hiçbir zaman anlamlandırılamayan bir kararla açılan gece kondu üniversitelerinden sonra zaten ağır aksak ilerlemeye çalışan Türk bilim hayatı, yediği yumruğun etkisinden hala kurtulamamıştır. Bakınız neler yapılmıştır o dönemde: Yeni açılan üniversitelerdeki fiziki sorunları yani barınma ve derslik sorunlarını aşmak amacıyla tabir yerindeyse barakalar kiralanmış; öğretim elemanı ihtiyacını gidermek içinse daha öncesinde "Okutman", "Öğretim Görevlisi" veya "Öğretmen" olarak çeşitli yerlerde görev yapanlar, "Göstermelik" doktora tezleri ile kendilerini bile şaşırtacak bir hızla "Öğretim Üyesi" sıfatına sahip oluvermişlerdir. Normal şartlarda fen ve sosyal bilimler alanında dünya standartlarında bir doktora tezinin ortaya çıkma süreci ortalama 5 yıl iken, söz konusu "böyük" öğretim üyeleri 3 ay içinde doktoralarını tamamlamışlar; bununla da kalmamışlar üniversitelerde "Kurucu Üye" sıfatına bile sahip olmuşlardır. Bugün bu kadro çok canlı bir biçimde görevine devam ederken, çoğunun son 10 yıl içinde hiçbir bilimsel faaliyet göstermediği, yalnızca geçmişten gelen alışkanlıkları nispetinde haftada 40'ar saat ders vermekle iktifa ettikleri (neden bu kadar derse giriyorsunuzun cevabı da hemen hazırdır: PARA YETMİYOR!!!) akademik hayatla ilgili en yetkili kurum olan YÖK tarafından da bilinmektedir.
Bugün üniversitelerde meydana gelen yozlaşmanın sebebini tabii ki "tatlı su balığı" gibi bütün ömrünü aynı üniversitede ve dolayısıyla aynı şehirde geçiren bir tek sempozyuma dahi katılmayan, yine bir tek makalesi bile bulunmayan, kendi küçük dünyalarının dışında kimse tarafından bilinmeyen bu kadroya bağlamak doğru değildir. Başkaca sebepler de vardır şüphesiz. Bunlar arasında ciddi zihniyet sorunları dikkati çekmektedir. Genel tabiri ile "Hoca" olarak adlandırılanlarla onların yetiştirdikleri ve yine "Asistan" olarak adlandırılanlar arasında çok ilginç diyaloglar dikkati çekmektedir.
Bakınız bir devlet üniversitesinde hoca ve bilim adamı olmak istiyorsanız ve tabii ki her meslekte olduğu gibi usta çırak ilişkisi çerçevesinde yetişecekseniz nelerle yüzleşeceksiniz: 1) Şeyh-mürit ilişkisi içinde iyi bir bende olmalısınız; bunu lider ve militan ilişkisi şeklinde ifade etmek de mümkündür. Bu garip ilişki çerçevesinde icazet veya emir almadan düşünme ve üretme lüksünüzü kullanamayacaksınız. İzinsiz makale, bildiri, poster, konuşma ve hatta düşünme gibi yapmanız gereken asli görevlerinizi yerine getiremeyeceksiniz. 2) Çalışmakta olduğunuz üniversitenin herkese emsal teşkil edecek (hatta YÖK'e bile) kararları karşısında çaresizce kullaşmak ve militanlaşmak zorunda kalacaksınız. 3) Bilimsel yeterliliğiniz onaylanmış olsa bile "Yabancı Dil"iniz yoksa, yabancı dili iyi olan ancak bir tek literatür dahi bilmeyen kişilerle mukayese edilecek ve tercih konusu olma durumunda kalacaksınızdır.
Yukarıda sözü edilen ilmi ve insani kaygılar devlet üniversiteleri için geçerlidir. Son dönemde oldukça yaygınlaşan ve adına "Vakıf Üniversitesi" denilen yerlerde zaten bilim yapma kaygısı olmadığı için bu konulardan takdir edersiniz ki azade tutulacaklardır.
YÖK tarafından Rektörlere tanınan sonsuz yetkilerin, doğal olarak insanları ne zaman işten atılırım korkusuna yönlendirdiği gerçeğini bilmem söylemeye gerek var mı?
2547 sayılı kanunu hiçe sayarak üniversite senatoları tarafından oluşturulan yönergelerle Türkiye'nin genç beyinleri şu ya da bu gerekçelerle pasifize edilmeye çalışılmaktadır. (Bazı devlet üniversitelerinde akademik personelin mesleki sürekliliğine dönük bazı tarihler verilmekte, bu tarihler geldikten sonra da katliam naraları atılmakta, bu yolla sözü edilen bu ucube yönergeler kanunların üzerinde tutulmaktadır.) Bu senatolarda kimlerin yer aldığı ise tam bir trajedidir: Rektörler, Rektör Yardımcıları, Dekanlar, Meslek Yüksek Okulu Müdürleri, bunların dışında akademik hayatla hiçbir ilgisi olmayan çok sayıda ne olduğu ve ne yaptığı belirsiz insan. Hani bir dönem popüler olan bir slogan vardı: "NEREDE BU DEVLET" diye. Onu şöyle düzeltmek daha yerinde olacaktır herhalde: "NEREDE BU HUKUK DEVLETİ"...
Devlet tarafından üniversitelere tahsis edilen araştırma ödeneklerinin, yine devlet tarafından verilen maaşların, nemaların, ders ücretlerinin bahşedilirmiş gibi akademisyenleri rencide edecek şekilde dağıtılması (kimi zaman da araştırma ödenekleri örneğinde olduğu gibi ulufe olarak dağıtılması) ne vicdana, ne insanlığa, ne de akademik mantığa sığar. Normal şartlarda bu ülkenin aydın kesimini oluşturması gereken akademisyenlerin önlerini göremeden hareket etmeye çalışmaları, mesleki sürekliliklerini sağlamak anlamında cemaat, örgüt, teşkilat gibi çoğu illegal yapılanmalar içine girmeye çalışmaları sahnede sergilenen oyunun aslında bir trajedi olduğunu göstermez mi!.. Türkiye bölgesel ve evrensel anlamda bu kadar kritik günler geçirirken kaç tane stratejistin görüşüne müracaat edilmekte; sosyal anlamda tam bir kaos yaşanırken hangi sosyologdan görüş alınmakta, Türk dili yok olmaya yüz tutarken timsah gözyaşlarını bir kenara bırakırsak kaç kişi somut olarak filologlardan yardım istemekte, vs. vs. vs...
Üniversiteler adeta Orta Çağ kiliseleri gibi kendi kapalı dünyalarında kendi kavgalarını verirken ve bu kavgada engizisyon mahkemeleri kurmaktan da geri kalmazken durumun yukarıdakinin aksi şekilde olması herhalde beklenemez.
Bu yazıda Türk devlet üniversitelerinin ancak bazı yönlerine değinilebilmiştir. Kim bilir belki bir başka sefere de ilgililerine malum olan şu meşhur "Akademik Yükselme Kriterleri"ne kafa yorarız hep birlikte.
|