Bu dizeleri okurken umarım çoğunuz “O Belde”yi ve Ahmet Haşim’i hatırlamıştır. Geride bıraktığımız haziran ayında, Ahmet Haşim’i, ölümünün 70 inci yılında garip garip andık. Niçin garip garip. Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi’yle, dergimizde yazılarını zevkle ve yararlanarak okuduğumuz, değerli meslektaşım Mehmet Nuri Yardım olmasaydı, Eyüp’teki mezarının başına kim giderdi, nerede kim anardı? Türkiye, Zaman, Yeni Şafak ve Milli Gazete dışındaki gazetelerde, renkli televole haberlerinden, Ahmet Haşim’e sıra gelmemişti.
Anma programında bir bayan bilim adamı ile ben konuşma yapacak, şair, yazar arkadaşlarımız da, Ahmet Haşim’in şiirlerinden örnekler okuyarak katkıda bulunacaklardı. Ahmet Haşim’in sanatçı kişiliği, şiirleri, nesirleri bunların edebî akımlar içerisindeki yeri, geçirdiği aşamalar, yaşıtları ile mukayesesi, bugüne verdiği mesaj gibi konularda bir bilim adamının konuşması daha anlamlı ve yararlı olur düşüncesi ile ben yalnızca Ahmet Haşim’in hayatından satır başları ve izler bırakan bazı olay ve birkaç anekdot anlattım.
Ancak, diğer konuşmacı, süresini benim anlattığım konularda münazaraya yol açacak kusurlar aramaya kalkışınca, Ahmet Haşim’in şiiri, sanatı garip kaldı. Sanırım ruhu, melâl içinde, melûl melûl bize baktı.
Ahmet Haşim’in doğum tarihinde bile anlaşamadık. 1887 hariç, çeşitli kaynaklarda, 1883,84,85,86 ve 1888 tarihlerine rastlamıştım. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun 1934’de yayınlanan kitabının kapağında, Cemil Sena Olgun’un 1947’de yayınlanan kitabının 37 inci sayfasında, Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın “Bize Göre” için yazdığı önsözde, Murat Uraz’ın Edebiyat Antolojisi’nin 12 sayfasında, Mustafa Nihat’ın 1941’de yayınlanan Son Asır Türk Edebiyatı’nın 96 ıncı sayfasında, Yusuf Ziya’nın 1937’de yayınlanan kitabının 3 üncü sayfasında ve başta İnönü Ansiklopedisi (C. I- Syf 258) olmak üzere bir çok kaynakta doğum tarihi 1885 olarak gösteriliyordu.
H. W. Duda’nın Ahmed Haschim’inin 203 üncü sayfasında 1886; hatta Meydan Larous C. I sayfa 176’da 1888 tarihi gösteriliyordu. Öte yandan, Şerif Hulusi’nin, Hilmi Yücebaş’ın kitapları ile Behcet Necatigil’in İsimler Sözlüğü’nde ve Hürriyet gazetesinin Türk Edebiyatı adlı kitaplarında 1884 tarihi kayıtlıydı. Ben de Ahmet Haşim’le ilgili iki kitabıma 1884 tarihini almıştım. Niçin?
İbnülemin Mahmut Kemal’in Ahmet Haşim hayattayken 1932 yılında yayınlanan Son Asır Türk Şairleri’nin Üçüncü cüzünün 567 nci sayfasında 1884 tarihi bulunuyordu. Yazar, bu tarihi, Ahmet Haşim’in kendi yazdığı tercüme-i halinden (özgeçmişinden) aktardığını belirtiyordu.
Bana göre tarihler arasındaki fark, Ahmet Haşim’in Arap çevreler içerisinde doğmasından, hicri şemsi ve kamerî takvim arasındaki farktan kaynaklanabilirdi.
Hocam Prof. Dr. Abdülkadir Karahan’ın kulaklarımda küpe olan bir öğütü vardır: “Edebiyatta, kesin sonuç yoktur; olabilir, düşünülebilir, söylenebilir, sanılabilir diyeceksin.”
Konuşmacı bayan bilim adamı, Ahmet Haşim’in doğum tarihini 1887 olarak düzeltti. “Keşke Ahmet Haşim yaşasaydı ve o da doğum tarihinin 1884 olmadığını öğrenseydi” diye içimden geçirirken, Orhan Şaik Gökyay’ı da hatırlamadan edemedim.
1921 yılında başarısız bir evlilik denemesi yapan Ahmet Haşim’in hayatının son günlerinde, yanında olan ve hastalığı süresince ona şefkatle bakan hanımla evlendiği ve birkaç gün sonra vefat ettiği bilinir. Konuşmacıdan öğrendim ki, Ahmet Haşim o bayanla büyük bir aşk yaşamaktaymış. Sevdiği bu kadına, an önce kavuşmasına engel olduğu için, Vapuru kaçırması onu çileden çıkarırmış. Bu bayanla 1930’lu yılların başında Ahmet Haşim el ele mi tutuşur, göz göze mi gelir, Moda’da buluşurlardı bilemeyiz ama; güle, karanfile, bülbüle, leyleklere, göldeki kamışlara şiir yazan Haşim’in, bu bayana da yazdığı şiirler olsa gerek. Umarım bir gün ortaya çıkar. Düzeltmelerin düzeltmesini yapmadım. Dinleyiciler bu tatsız durumdan sıkılmış ve tepkilerini alkışla göstermişlerdi.
Güzel şeylerden söz etmek gerekir. 70 inci ölüm yılında Ahmet Haşim’e saygının gereği de budur.
Varsayalım ki, Ahmet Haşim, Karanfil’i sözü edilen vefa dolu ve muhterem bir kişi olduğundan kuşku duyulmayan Güzin Hanım için yazdı:
“Yarin dudağından getirilmiş Bir katre âlevdir bu karanfil,
Ruhum acısından bunu bildi!
Düşdükçe vurulmuş gibi, yer yer,
Kızgın kokusundan kelebekler,
Gönlüm ona pervane kesildi.
Hepimizin bildiği ve sevdiği karanfili, ancak Haşim bu şekilde tasvir edebilirdi. Bir damla alev olan karanfil, niçin yârin dudağıdır ve niçin acıdır? Bu soruyu Yusuf Ziya Ortaç Haşim’in ölümünü izleyen günlerde Galatasaray Lisesi’nde verdiği konferansta yanıtlamış.
Cenap: “Senin ağzın benim, benim ki senin / Çifte buseyle yek dehan olduk!” diyor. Nedim: “Ne berk-i güldür o leb, çiğnesem şeker sanırım, / Ne goncadır o dehen, koklasam şarap kokar!” demektedir. İkisi de dudağın lezzetini, busenin tadını biliyor. Ama Haşim’e göre, şeker tadı veren bir gül yaprağı ve şarap kokan gonca değildir. Karanfil, acı ve kokusundan belli ki, yârin dudağından getirilmiştir.
“Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenden
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak...
Sular sarardı. Yüzün perde perde solmakta,
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta... ......”
Edebiyatımızın en güzel şiirlerinden biri şüphesiz ki “Merdiven”dir. İhtiyarlığa ulaştıran hayat yokuşu ile gurup arasındaki sembolik ilgiyi anlatmakta. İşte melâl bu. Sözlüklerde yazılan tanımıyla “usanma, sıkıntı, bıkma” değil. Halk şiirindeki “Ağla göz yaşlarını sil melûl melûl”ün anlatmak istediği ruh hali de bu. Haşim’in şiiri sembolik olduğu için, her okuyan bir anlam vererek kendinden bir şeyler katabiliyor. Ama, her tuşu ayrı bir ahenk veren piyano gibi, her bahri ayrı bir ahenk veren, aruzun “mefâilün feilâtün mefâilün fâlün” vezni de duygulara ayrı bir derinlik vermekte.
Büyük sanatçıların eserlerinde aşağılık yükseklik değil, farklılıklar söz konusu olabilir. Ahmet Haşim’in şiiri, farklı bir şiir. Bedeninin, ruhunun bütün zerrelerini içinde taşımakta. Işığın gölgeleri ve tonları ile dolu. Hayatını sanata bağlamış bir kişiliğin ürünleri, anlatımları.
Unutmamak gerekir ki, Haşim’in nesirleri de en az şiirleri kadar başarılı ve anlamlı. Onun şiirleri gibi, nesirleriyle de okunmalı. Yalnız anlatım güzelliğini değil, orijinal ve eskimez zevki, ince bir zekası ve benzersiz bir bakışı görülmeli.
Sanırım, arayış içinde olan genç sanatçılarımıza; batı ve doğu sembolizmini kendi duygu potasında karıştırıp, kendine özgü renk, koku ve ses armonisini meydana getiren Ahmet Haşim’in vereceği çok şey var.
|