Göğe Merdiven

 

Aybars Fırat  

Hoca Camide, Çıfıtlık her yerde


Bugün sizlere yaz döneminde yeniden yayınlanacağını adım gibi bildiğim bir televizyon dizisinden yola çıkarak, başımıza örülmek istenen çoraplardan, kısacası çıfıtlıktan bahsedeceğim. Malum, çıfıtlık, Türkçe’mizde Yahudi Oyunlarının adıdır. Sözünü ettiğim dizi “Hayat Bilgisi” dizisi. Başrolü, Afet öğretmen rolüyle Perran Kutman oynuyor. Tecrübeli oyuncudur, eh seyircisi de var. Bir okul, her taşın altından çıkan Afet Öğretmen, zeki ama haylaz öğrencileri, öğrencilere kazık atan okul müdürü, onun işbirlikçisi hademesi, kazıkçı kantincileri, ne iş yaptıkları anlaşılmayan öğretmenleri; “tövbe estağfurullah” diyen bir yobaz görünümlü öğretmen, çizgisi nerede olduğu belli olmayan benzerleri ile kötü bir Hababam Sınıfı uyarlaması...

Tecrübeli eğitimciler, Hababam Sınıfı filminin, okullar açılırken ve kapanırken televizyonlarımızda gösterilmesinin Türk Gençliğini laçkalaştırdığını söylüyor. Hayat Bilgisi Dizisi de böyle bir dizi. Bu dizinin eleştirisi bir yana, sık sık kullanılan bir cümlesi üzerinde durmak istiyorum: “Hoca Camide!”. Tiksindirecek kadar çok kullanılan bu cümle tam bir çıfıtlık örneği. Neden? İlk bakışta masum bir cümle “Hoca Camide!”. Ev hanımı evde, bakkal dükkanında, öğretmen okulda, hoca da camide! Ne var bunda diyeceksiniz. Öyle değil. Ev hanımı evde ama aynı zamanda çocuğuyla okulda, eşiyle işte, akrabalarıyla, komşusuyla, eşi dostuyla ilişkilerinde, sosyal faaliyetlerde, sporda, hatta fikir ve sanatta, yazmada, çizmede... Neden sadece evde olsun ki? Kim onu eve hapsedebilir, hem ne gereği var? Hayatın bütün alanlarıyla ilgilidir ve kendisini geliştirerek eşine ve çocuğuna da faydalı olabilmek için çalışmasında hiçbir mahsur yoktur. Diğer meslekler için de bu böyledir. Hayat bir bütündür ve onu kimse parçalayıp, herhangi bir meslek adamına hayatın sadece bir kısmını yaşayacaksın, orada hapis kalacaksın diyemez. Bu en büyük totaliter rejimlerde bile mümkün de değildir. Ama Çıfıtlar, yani Yahudiler, Yahudileşmiş Hıristiyanlar ve Yahudileşme yolundaki Müslümanlar Hoca’yı Camiye hapsetmeye çalışıyorlar. Bu diziyi seyreden milyonlarca gencin, “Neden hoca sadece camide olsun ki?” diye bir soru sorduğunu ve buna sağlıklı bir cevap verebildiğini zannetmiyorum. Televizyonlardan sürekli beynimize kazınacak şekilde gösteriyorlar: Hahamlar ve Papazlar hayatın her alanında varlar. İlimde, sanatta, aile hayatında, günlük hayatta, sağlıkta, sporda, dini faaliyetlerde, akla gelen, gelmeyen her alanda at koşturuyorlar. Buna karşılık, İslam’ın din adamı olan Hoca, “Hoca Camide” denilerek Cami’ye hapsedilmek isteniyor. “Sen ancak orada at koşturabilirsin, hayattan çekil, defol mahzenine git!” deniyor. Bunu kim yapıyor. Sahibinin sesi: Medya! Sahibi kim? Tahrif edilmiş kitaplarındaki bütün insanları köle gibi gören uydurulmuş kelamları okuyanlar ve kuyrukları. Onlar her türlü çifte standardı uygulayabilir; Irak’ı işgal eder, sana “Kerkük’e giremezsin!” der, Kıbrıs’ta soykırım uygularlar ama yeniden soykırıma razı etmek isterler. İnsanlığın yüzkarası her eylemi yaparlar da yine de yüzlü çıkarlar. Bunları yaparken, bizim gibi milletlerin her şeyini yok etmek için çalışırken, uyguladıkları başlıca yöntem deneme yanılmadır. Toplumu çürütmek için hamleler yapıp geri çekilir bakarlar. Eğer o toplum sessiz kalıyorsa daha ağır bir hamle yapıp yeniden tepki ölçerler. Tepkilere göre adım adım ilerleyip, sınırlar çizerler, hapsetmek istedikleri ne varsa önce ona tecrithaneler kurarlar, sonra yok ederler. Böyle yapılarak İslam coğrafyasına, Türkler arasına anlaşmazlıklar sokulmuş, Osmanlı parçalanmıştır. Müsamahamızdan güç alarak saldırmaya devam ediyorlar. Hayret ediyorum, ne hikmetse hala korkuyorlar. Buna karşılık, bizim gibi dünyaya sadece insanlık göstermiş, daima güzellikler yaşatmış bir milletin gördüğü şu muamele tek kelimeyle rezalettir. Bu rezaleti Türk’e yaşatanlar en küçük bir şekilde utanmıyorlar. Yüzleri kızarmıyor, hatta “Benim Adım Kırmızı” diye partilerini ilan ediyorlar. Bizi yok ederken güç aldıkları ve gerektiğinde sığındıkları tek şey bizim saflığımızdır. Bizi bir kaşık suda boğmak isteyenler, yıldızları söndükçe bizim büyük kültürümüzden feyiz alırlar. Mesela gözden düşmüş bir hafif müzik sanatçısı, bir Türk Müziği bestesiyle yeniden kendini parlatır ve çıfıtlığını yapmaya devam eder. Dini yıkmak için Atatürk’e sığınırlar. Atatürk’ü yıkmak için dindarlara! Başörtüsünü, Türk Milletinin devletiyle barışmaması için sürekli kaşırlar. Bu rezilce oyunları gören ve açıklayan birileri olur diye onlara da sınırlar çizer, hapishaneler kurarlar. Biz ne yaparız? Bir gazeteci dostumuz Diyanet İşleri Başkanına başvurmuş. Diyor ki; “Bir asra yakındır, gelip geçen sistemler, dolayısıyla devletler, dini (İslamiyet’i) nereye koyacağını beceremedi, bilemedi. Devletle beraber, fert olarak da, aile olarak da dinimizi nereye koyacağımızı bilemedik ve bu vazifeyi ihmal ettik. Bir kısmımız dini kullandı. Diğer bir kısmımız dine parçacı yaklaştı. Bir başka zümre, dini, âsar-ı atika gibi anladı. Bazılarımız, ömrünün son demlerine kaydırdı.” Ve ilgili bakandan bir talebi var: “Lütfen İslamiyet’i hak ettiği yere koyma mücadelesini başlatınız.” Bu talep yerden göğe haklıdır. Ancak, sınırları daraltmak, hapis noktaları çizmekle meşgul basın, resmi özel kişi ve kurumlara halkımız bir tepki göstermezse bu taleplerden bir sonuç alınamaz. Biz talep ederiz, onlar taleplere kulak asmama reylerini kullanırlar. Yine de hakkımızı kullanalım:
Müslümanları rencide eden bu diziyi, önce bir Müslüman olarak kınıyorum. Eski bir eğitimci olarak kınıyorum. Bu dizide eğitim adına verilen, haktan görünerek verilen zararların yüzde biri kadar değildir. Milli Eğitim Bakanının, Eğitimcilerimizin, okul müdürlerinin, müstahdemlerin, öğretmenlerin neden bu diziyi kınamadıklarını da merak ediyorum. Eğitim sendikalarımız ne güne duruyorlar? Özürlüler bu diziyi kınamalıdır, yoksa sahtekarlık yaftasını da takmış olacaklar. Sanatla az çok ilgili birisi olarak kınıyorum. “Bu akşam içmeyip de ne zaman içeceğiz!” diyen bir öğretmeni oynayıp da İslamî çevreleri sömürmeye devam eden Ulvi Alacakaptan’ı da kınıyorum. Bu ayıp ona yeter. Hoca’yı, “marş marş” diye Camiye gönderen, ama İngilizce’yi, batı özentisini aynı dizide sahnelere çıkartan zihniyet, gafil değil, olsa olsa bu millete düşman bir zihniyettir. Çare, sınırlarımızı ve sinirlerimizi nereye kadar gerebileceklerini denemelerine izin vermemektir. Ayranımızın ne zaman kabaracağının ipuçlarını-dilediğimiz oranda- onlara hissettirmektir. Çare, saatlerimizi kendimize göre kurmaktır: “Milli Tepki ve Milli Basın”dır. “Milli Kuruluşlar” dır. Çare, Türk Kültürünü bir bütün olarak algılayıp, diniyle, diliyle, tarihiyle, edebiyatıyla, müziğiyle, sanatıyla, felsefesiyle... ruhumuza sindirmek ve yaşamaktır. Tedbir alması gereken kurumlar uyuyorlarsa demek ki çare biziz. Gördüğümüz her aksaklığı ortadan kaldırmak için dillendirmek, yüksek sesle konuşmak ve artık bu noktaları çoktan geçtiğimizi görerek, Atamızın emanetini, ikaz ettiği noktada bulunduğumuzu dikkate alarak, korumak ve kollamak için savaşacağız. Başka çare mi var?


www.ufukotesi.com - 07 / 2003  

aybarsfirat@yahoo.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.