Düşün/ce

 

Olcay Yazıcı  

Necip Fazıl eksenli düşünce denemesi


Aramızdan ayrılışının 20. yılında, Necip Fazıl eksenli düşünme pratiğine girişmek ve medeniyet değerlendirmesinde bulunmak için, önce mevcut bir toplum panoraması çizmek gerekir. Kendi deyimiyle “kitaplık çapta” misyon bir insanı derinlemesine analiz etmek, çok da kolay değil. Özet bir ifadeyle, Necip Fazıl Kısakürek, son bir yüzyıldır kamu vicdanında birikmiş sosyal-öfkenin sesi/çığlığı olmuştur. O, sağ’ın bütün duyarsızlığına rağmen, destanlık çilesini çekti ve sözünü, uyuşmuş beyinlere sıkılan birer kurşun gibi söyledi. Söz konusu kitlenin, Necip Fazıl’ın yetişmesinde herhangi bir desteği, fedakârlığı olmamıştır. Ne acıdır ki, bu kesim, tekil gayretle yetişmiş bir Necip Fazıl’ı yeterince kavrama, takdir etme ve değerlendirme becerisini de yeterince gösterememiştir.



Şüphesiz, bunlar genel hükümler. Münferit olarak onun fikir sancısını birebir hissetmese de, eserlerini okuyan, “Türk’ün ruh kökü” formülüyle aşılamaya çalıştığı millî-manevî kimlik şuuru ile şuurlanan; bu idrakle ferdî ve toplumsal açıdan murakabe, muhakeme/tez-antitez-sentez yoluyla medeniyet/cemiyet analizi yapabilen, sorgulayıcı bir gençlik yetişmiştir. Ne var ki, topluma yön veren merkezî otoritenin yönlendirdiği genel-geçer ana dinamikler, çizilen bu aydınlık yola hep ters düşmüştür. ‘Büyük Doğu’ misyonu yeterince anlaşılamamış, hatta birilerini fena halde ürkütmüştür. Bu yüzden ‘toplumsal tıkanma’ iyice düğümlenmiş ve ‘kaostan çıkış’ ümidi oldukça törpülenmiş/örselenmiştir!

Sistem her zaman biçimlendirdiği/tabu haline getirdiği putunu yıkma eğilimi gösteren şuurlu kitleden tedirgin ve huzursuz olur. Bundan ötürü de, böyle bir kitlenin gelişmemesi için, işi çok sıkı tutarak, düşünen insanı kurgulanan senaryo ve gündemlerle oyalar. Eğer bu da yetmezse, çeşitli dayatmalarla/savacaklarla hür düşüncenin serbest akışını kesintiye uğratır! Ortaya yapay ‘sosyal sis bombası’ atarak, gündemi değiştirir, insanları kendi bakış açısına göre yönlendirir.

“İDEOLOGYA ÖRGÜSÜ”
Konuyu bu puslu atmosferden uzaklaştırıp, daha iyimser bir platforma çekerek, şunu söyleyebiliriz ki, Necip Fazıl Kısakürek, her şeye rağmen, şiiri toplumun büyük bir kesimine sevdirmiş, estetik hassasiyeti köreltilmiş kalabalıklara yeniden millî ve yerli bir tefekkür şuuru kazandırmıştır. Necip Fazıl, güçlü şiirleri, sarsıcı sosyal tenkitleri ve çarpıcı siyasî tespitleriyle ‘yeni ve yerli bir toplum-anayasası/vahiy orijinli bir cemiyet ahlâkı/pratiği (ideolocya örgüsü) oluşturmaya çalışmıştır.

Onun eserleri sayesinde, ürkütülüp susturulan ve ‘sistemin desteklediği gruplar’ karşısında ezik bırakılan muhafazakâr kesim, Batı kriterlerini sorgulama, kendi kıymetlerini kavrama ve kompleksten kurtulup, muhteşem mâzi ile gurur duyma aşamasına gelmiştir. Bu, büyük ama mustarip kitle, şairin saydamlaştırdığı bakış açısı sayesinde, ‘muşamba dekor’ ile ‘solmaz-pörsümez yeni’ arasındaki farkı fark etti ve netice olarak yeniden millî normlarına, vahiy eksenli referanslarına kavuştu. Ezikliği ve ürkekliği silkip attı üzerinden.
Yıllardır, ‘bozguncu faaliyetlerin’, çeşitli propagandaların tesiriyle aşağılık duygusu uçurumuna düşürülen vatan evlâtları; kendi sesi olan güçlü bir çıkışla bütün ağyardan hıncını ve hak edilmemiş bir mağlubiyetin rövanşını almışçasına mutlu oldu. (Ama ne yazı ki, yeniden bir mağlubiyet süreci başlıyor gibi!)

Kısakürek’in, bütün kültür coğrafyamız ölçeğinde yaktığı mukaddes ateş sayesinde, uzun süren kültür-kışı sona erdi ve kendi köklerimizin ilkyazı başladı. Her ne kadar, ‘düşman kavî, tâli zebûn’ ise de, Necip Fazıl Kısakürek, kâğıttan kahramanları yakıp kül etti; ‘surda açtığı gedikle’, ülke coğrafyasında estirdiği esenlik rüzgârıyla, yabansı ve yapay sisleri dağıttı; ‘cemiyetin doğum sancısı’ ile höykürdü yüreğinin sesini yiğitçe:
“Surda bir gedik açtık, mukaddes mi, mukaddes/Ey kahpe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!”

Şiirinin, aşkın poetikası, geleneksel formu, metafizik muhtevası ve entelektüel derinliği; sanatının üstün soyutlama gücü, mistik imaj orijinalitesi karşısında; jakoben aydınlardan, Grek mukallidi çapsız şairlere kadar herkes, bu ‘şairler sultanı’ karşısında şapka çıkarmak ve “Bir mısraı, millete onur kazandıran şair” demek zorunda kaldılar. Necip Fazıl’ın vatan çapında estirdiği yeni ve bizden rüzgâr, özellikle, sanatı kendi tekelinde sanan sol’u derinden sarstı ve idolleri ‘Nâzım efsanesini’ epey silkeledi. Şaire karşı, gizli hınçları, görmezden gelme kompleksleri biraz da bu yüzdendir.

ÇİLEYE YABANCI İDRAK
Sağ kesim ise, ilk dönemlerin ilgi ve coşkusu zamanla soğuyunca/Batı rüzgârlı ‘değişim ve dönüşüm nöbetine’ tutulunca, tekrar bu kültür-yoğun vasatın dışına çıktı. Kendini gündelik hayatın telaşına, maddî zevklerin rahatlığına ve giderek liberal düşlerin rehavetine bıraktı. ‘Çile’ye ve ‘mâveraî endişeye’ yabancılaştı. Çünkü sağlam bir kültürel altyapı oluşturabilmiş ve edebiyatın, estetiğin, analitik düşünme tarzının şuuruna yeterince varabilmiş değildi.

Genel mânâda ‘sağ’ denen bu büyük kitle, son yıllarda geleneksel kültür dinamiklerinin öngördüğü dünyaya ters bir eğilim emaresi göstermeye başladı. Uzun süren yoksulluk ve yoksunluk buhranından sonra, kısmen erişilen zenginliğin konforu/kışkırtması ile ‘yön’ ve ‘misyon’ şaşkınlığına/ikilemine/kararsızlığına düştü. Hedefi ve ufku puslandı. Öteyi, yarını ve âtiyi göremez oldu. Bir zamanlar, ‘Sakarya Türküsü’ ile şiiri ve bir milleti ayağa kaldıran üstat Necip Fazıl Kısakürek, ‘liberasyona uğramış’ bu şaşkın kitle için artık eski sarsıcı hükmünde değildi. Sadece, folklorik bir renk, destansı/lirik bir çeşni/edebî bir fantezi (değişme/eski hassasiyetini yitirme endişesinin şuuraltındaki ezikliğini telafi etme psikolojisiyle) retorik olarak yedekte bulunduruluyor, pratiği üzerinde hiç de kafa yorulmuyordu.

İtiraf edelim ki, bu kesim yıllardır (İmâm Maturitî’nin tefekkürü ufuklandırıcı yöntemini terk edip, İmâm Eş’arî’nin sebepler üzerinde kafa yormayan teslimiyetçi anlayışını benimsediği günden beri ve ne yazık ki, hâlâ) hür düşüncenin ve söz sanatının gücünü yeterince kavrayabilmiş değil. Bunu başaramadığı için de, hâlâ rotasını tam olarak belirleyememiş. Fırtınanın estiği tarafa göre hedef ve yön değiştiriyor; fikrî bocalamanın, zihnî fonksiyonunu yitirmenin anaforu içinde dönüp duruyor.

Bu, ‘düşünceyi kilitleyen’ ufuksuz tavır yüzünden, Necip Fazıl, belli günlerde ve şiir gecelerinde, renkli bir dekor, heyecanlandıran retorik bir unsur olarak hatırlanıp geçildi. Onun çilesinin ve çığlığının arka planı ile, yozlaşmanın kaynağı, kurulu düzeni üzerinde fazlaca kafa yorulmadı. Ona gösterilen ilgi, sadece kavgacı mizacı, üslup keskinliği, sosyal hicvi/sosyal ironisi ve mahkeme savunmalarındaki söz ustalığı ile sınırlı kaldı. Ne yazık ki, âlî medeniyet bilinci ve kültürel hıncı ile, ‘bir şey koptu benden, her şeyi tutan bir şey’ diye tarif ettiği o mücerret enerji, o ince ruh kayboldu. Ya da iyimser ve ümitli bir yorumla söylersek, ‘şimdilik dinlenmeye çekildi.’

Daha çok-kolay anlaşılır olduğu için-ikinci derecedeki şiirleri okunup-ezberleniyor; dünya edebiyatını bile gölgede bırakacak edebî/estetik ve felsefî/tasavvufî derinliği olan yoğun muhtevalı şiirleri pek rağbet/iltifat görmüyor. Çünkü, önce kapitalizmin/giderek liberalizmin nimetleriyle tanışan/buluşan tüketici kitle, yükseklik korkusuna benzer bir psikolojiyle, ‘derinlikten/fikir çilesinden’ şiddetli derecede korkup, kaçıyor. Kimileri bencil-dev, kimileri süper mürşit diyerek, onu tek bir boyuta/tek bir tarife indirgemeye, tek bir kalıba dökmeye çalışıyor.

Maalesef, sistematik ve şuurlu bir toplumsal uyanış gerçekleştirilemediğinden; münferit/tek sesli çıkışlar süreklilik arz edemedi; şahsiyetlerin birer birer göçmesiyle de, yığınsal cereyan yeniden cüret ve hız kazandı. Cemiyet, yokuş aşağı yuvarlanan tekerlek gibi hızla ‘alt zemine’ doğru kayıyor, seviye ve kan kaybediyor.

MEDENİYETİMİZİN GÜNDÖNÜMÜ
Ne acıdır ki, toplum, fikir ve edebiyat insanlarını çok çabuk unutuyor; ben merkezci siyasîleri ve yoz-sanatçıları ise baş tacı ediyor. Tabii ki, bunun iç ve dış sebepleri, kasıtlı yönlendiricileri var. Cemiyet, bu kültürsüzlük ve medeniyet tercihinde bocalama uçurumuna ‘yıkıcı organizatörler’ tarafından sürüklendi. Mümeyyiz vasıflardan yoksun sığ idrakler de, kendisine biçilen bu ‘deli gömleğini’/bu kimliksizliği sorgusuzca, herhangi bir direniş göstermeden kabul etti.

Çünkü, ‘akrepten ve cımbızdan’ daha büyük bir işkence olan fikir çilesine katlanmak, sıradan insanların başarabileceği/tahammül edebileceği bir şey değil. Çünkü, zayıf iradeleri bu sıkleti/ ‘minicik gövdeye yüklü Kaf Dağını’ taşıyacak güçte değil. Bu çileye talip olmak herkesin/hele ‘ehli keyfin’ hiç harcı değil. Yani öteyle tanışmak, metafizik endişe duymak, vecd içinde, sabır ve tevekkül göstererek, çile şuuru kazanmak; tasavvufun çetin yollarında ilerlemek...vasat-insanlar için katlanılması imkânsız hâllerdir.

Netice olarak şu denilebilir: ‘millî kurtuluş-tekerleği’, ‘karşı/yaban tepede’ uzun bir süre eğlense, oyalansa, o a’raf (ara) çizgiyi mekân tutmuş gibi görünse de, ‘o ifrit tümsekte kalmayacak’, mutlaka kendi ülkesi ve ülküsüne doğru harekete geçecektir. Asla unutulmamalı ki, insanın ve insanlığın ‘mutlak kurtuluşu, ebedî esenliği’, beşerî sistemlere ümit bağlaması, eşyanın geçici ihtişamına aldanışı, küresel rüyaya kanışı ile değil; ilahî nizama dönüşü/ona teslim oluşuyla mümkündür. Bunun içindir ki, üstat ahir ömründe poetik ve estetik endişeden, tebliğ endişesine doğru bir seyir çizmiş ve nihayetinde, ‘Ver cüceye, onun olsun şairlik; şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta!’ demiştir. Çünkü, artık sanat onun için, artistik bir edâ olmaktan çıkmış ve ‘mutlak hakikati arama’ arzusuna dönüşmüştür.

Necip Fazıl, millî-mânevî mefahirimizin/irşât eden kıymetlerimizin ilhamı/irfanıyla harekete geçen, onurlu geçmişimizin kutsal ateşini yakan, inanç ve kültür köklerine yönelen ‘kimlik arayışına’ hız kazandıran, haysiyetli bir münevverdir. Her halükârda, bu ülkenin ‘dürüst ve yerli’ aydınlarına düşen, ‘o iyi insanlardan’ devraldığı fazilet bayrağını/çile idrakini daha ötelere/daha yükseklere taşımak ve köreltilen/ipnotize edilen cemiyet ruhunu sarsıp, uyandırmaktır.

Gün, geceden sökülecek, ümit fecri ışıyacak. Bu ülkenin insanları, ara menzillerde daha fazla eğlenmeyecek ve mutlaka medeniyetimizin yeni gündönümü başlayacaktır:

“Sevinin Mehmedim, başlar yüksekte/Ölsek de sevinin, eve dönsek de/Sanma bu tekerlek kalır tümsekte/Yarın elbet bizim, elbet bizimdir/Gün doğmuş, gün batmış ebet bizimdir!”





www.ufukotesi.com - 06 / 2003  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.