Milli Sıtrateji

 

Dr. Alptürk Ünlü  

Yeni ve Gizli SEVR -6-


Eski yeşil kuşak ve Enver Paşa Günümüzdeki Yeşil Kuşak hareketi, Anglo-Sakson-Yahudi ittifakı tarafından 1945 sonrasında, Sovyetler Birliğine karşı, Balkanlardan Orta Asyaya kadar işlenip, kullanılmış olan bir anlayıştır. Bu anlayışın öncüsü, İngilizlerin lideri Vinston Çörçil'dir. Çörçil aynı zamanda, Avrupadaki 'Demirperde' kavramını da gündeme sokup iki gurubun mücadelesindeki, (Komünist-Kapitalist) Batı Avrupa dinamizmini, o yıllarda Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının kanatlan altına girmesini sağlayanların başında gelen, şahıslardan birisidir. Aslında Batılıların tarihi içersinde 'Yeşil Kuşak' oluşturma anlayışının öncülleri Alınanlardır.

Dünyanın eski sömürgeci anlayışına, çok geç sayılabilecek bir dönemden (1871) sonra katılmış olan Almanlar, var olan sömürülecek arazilerin İngiliz, Fıransız ve Ruslar tarafından paylaşılmış olduğunu görmüşlerdir. Bunun sonucunda Alman İmparatoru Kayser II. Vilhelm, önce İngilizlere karşı Berlin-Bağdat demiryolunu oluşturmuş ve İstanbul-Hicaz demiryolunun da zeminini kurdurtmuştur. Böylece Almanlar: Hindistan, İran ve Mısırdaki İngiliz yönetimlerine, demiryolu ile ulaşma sonucunda baskı yapmayı hedeflemişlerdir. Bu süreç sonucunda 1914 yılına gelindiğinde, İstanbul'daki Alman Büyükelçisi Vangenheim'in önerisiyle, Kafkasya ve Orta Asya üzerinden de, Çarlık Rusyasına doğru, bir Türk baskı unsuru oluşturma anlayışı gündeme getirilecek ve bu anlayış alt yapışız olarak benimsenecektir.(Çünkü kurtarılacak ya da kurtarılması istenenlerin, bu konuya yönelik olarak, bilgileri ve ilgileri yok denecek kadar azdır; bu durum Kafkasya ve İtil (Volga) boylarından ziyade, bilhassa Orta Asya'da böyleydi... Bu nedenle, Enver Paşa o bölgeye geçtiği zaman, kurtarıcısı olmaya çalıştığı insanlardan, aynı duyarlılığı aynı boyutta göremediği gibi, bir de tutsak gibi gözetim altında tutulmuştur. Bu da Enver Paşayı moral yönüyle bitirmiştir.) Kültürel anlamda da Osmanlı gündemine 'Turan Kavramı' yoğun bir biçimde sokulmuştur. Fakat bu 'Turan' kavramının da savunucularının bir kısmının dönemin siyasi rüzgarına kapılan, rüzgar güllerinin oldukları muhakkak. Bunlardan Moyiz Kohen (Tekinalp) ile Halide Edip Adıvar ilk akla gelen isimler olarak telaffuz edebilir... Altyapısız, bilinçsiz ve güçsüz olarak 'Turan' söylemine en büyük desteği de, dönemin Harbiye Nazın Enver Paşa vermiş olarak gözükecektir. Enver Paşanın bu olaya yaklaşımının birinci ayağı olan Sarıkamış bozgunu, Üçüncü Ordunun çoğu askerinin donarak perişan olmasına da yol açacaktır. Bu arada Mustafa Kemal'e (Atatürk) önerdiği Hindistan Komutanlığı, o bölgede güçlü bir Türk gücü ve alt yapısı olmadığından kabul görmeyecektir:
"Enver Paşa bana Hindistan'a doğru sefer yapmak isteyip istemediğimi sordu. Emrime üç alay vereceklerdi. İran'dan halkı ayaklandıra ayaklandıra Hindistan'a kadar gidecektim.
Ben o kadar kahraman değilim dedim.
Talat Paşa 'niçin bu görevi kabul etmediğimi' sorduğu zamanda:
Bize bir harita getirsinler dedim. Durumu gösterdikten sonra da 'Hem niçin üç alay? Tek bir adam gönderin yeter. Nasıl olsa kendi kuvvetini kendi yapmaya mahkum değil midir?
'Bu fedayiliği üstüne almalıydın.'
Eğer böyle bir şeye imkan olsaydı, sizin emrinizi beklemezdim. Kendim gider, kuvvetler bulur, Hindistan'ı fetheder ve imparator olurdum,cevabını verdim."
Enver Paşa Hindistan için Atatürk'ten olumlu cevap almazsa da, Afganistan için de, Hamidiye Kahramanı Hüseyin Rauf (Orbay) dan zoraki bir evet alacaktır:
"İstanbul'a vardığımız zaman (İngiltere'den dönünce) kısmi seferberlik ilan edilmiş (...) Artık bütün işlere hakim bir durumda bulunduğu derhal sezilen Enver Paşa'yı, Harbiye Nezaretindeki makamında ziyare ettim.İngiltere'de bulunduğum sırada, hal ve vaziyetin gidişi dolayısıyla kendileri en yüksek makamları işgal ederken beni ve durumumu düşünmekte kusur etmediklerini belirtmek isteyen pek samimi bir ifade ile: 'Rauf Bey, ne yapalım işte böyle oldu. Bu vazifede bize düştü. Yoksa Zatışahanenin, coğrafi durumu itibarıyla ehemmiyeti aşikar olan Afganistan ile münasebet tesis etmek ve Afgan ordusunu ıslah eylemek gibi bir vazife ile Afganistan Emirine göndermek üzere olduğu heyetin başında gitmeyi tercih ederdim' dedikten sonra gözlerimin içine bakarak düpe düz: 'Sen gider misin' teklifinde bulundu.
Hatır ve hayalimden dahi geçirmediğim, bu beklenmedik teklif karşısında şaşırdım ve elimde olmadan gülümseyerek dilimin ucuna şu kelimeler geldi:
'Afganistan denen yerin adından başka nesini biliyoruz ki Paşam?...Şu anda oranın haritadaki yerini bile gözümün önüne getiremem' (...)
Enver Paşa, olanca ciddiyetiyle, işe gerçekten pek önem verdiğini hissettirerek şu cevabı verdi: Gerçi orası öyle ama, bahis mevzuu olan iş, Afganistan'ı İngilizler aleyhine harbe girmeğe hazırlamak gibi son derece ehemmiyetli bir teşebbüstür.' (...)
Enver Paşa, işte böyle kati konuşuyordu. Dünya birbirine giriyor ya, Alman İmparatoru da Afganistan'ı Hindistan'daki İngilizlere.karşı silahlandırıp tahrik etmeği düşünmüş ve bu işi bir çok sebeplerle hatırını pek saydığını bildiği Enver Paşaya yaptırmayı uygun bulmuş...
İmparatorun bu maksadı o kadar aşikar ki; 'Fon Vas Muss' ismindeki-vaktiyle İran'da konsolosluk etmiş, Farsça bilen, tecrübeli bir Hariciyecisini Afganistan'da harcedilmek üzere sandık dolusu altınlarla, maiyetine verilmek için İstanbul'a gönderilmişti."
Afganistan'a doğru yola çıkan Rauf Bey, İran'dan ileriye geçemez. Bunun üzerine Enver Paşa: "Şimdilik bulunduğun yerde kal . Cenubi (Güney) İran Başkumandanısın. O bölgeyi aşiretlerle müdafaa edecek, İngilizleri kaçıracaksın", dedi."
"Bu esnada müttefikimiz Almanların İran'daki durumları ise pek acayipti. Almanlar burada yalnız kendi menfaatlerini göz önünde bulundurarak, bizi ellerinde alet gibi kullanmaktan başka bir şey düşünmediklerini her halleriyle hissettiriyorlardı.
Nitekim Kirind'te bulunduğum sırada İranlı aşiretlerin hücumuna uğrayarak vuruşmağa başladığımız zaman, yanımızdan defetmiş olduğum mahut Fon Van Muss ile Tahran'daki Alman Ateşemiliteri Von Kaniç'i de karşımızda, çarpıştığımız bu aşiretlerin arasında gördük. Bundan da anlaşılıyordu ki Almanlar, İran'la aramızı açarak, onlara da bize de ayrı ayrı hükmetmek maksadını gütmektedirler"
(Dikkat buyurun, o zamanlar Almanya’nın yaptığını, günümüzde Amerikalılar Kuzey Irak'ta Türkler aleyhine, yine aynı şekilde yapmıyorlar mı? İyi düşününüz!..)
Nihayet Rauf Bey, bir süre sonra, o bölgede bir şey yapamayacağını görür ve de İstanbul'a döner. Bu işin Irak ayağındaki, yani Musul-Bağdat-Basra sürecinde de görev alan Süleyman Askeri Bey de, intihar eder. Böylece, Enver Paşanın ve onu arkasından arenaya iten Almanların puanlan, İngilizler karşısında yenilgiye uğrar. Enver Paşanın Türkiye'nin işgali edilmesi ile yurt dışına çıkması sürecinde de, Doğudaki milletlerin ayaklandırılması düşüncesinden vazgeçmediği, bilhassa Moskova'daki komünistlerle yaptığı görüşmelerden de anlaşılmaktadır. Bu nedenle de, İngilizlere karşı harekete geçmek için, ufukta beliren Doğu Milletleri Kurultayı, 1920'nin Eylülünde Baku şehrinde tertiplenir. Oraya Enver Paşa gizlice, Ali Bey adıyla gider ve bir de bildiri verir. Bundan sonraki süreçte de, Cemal Paşa Afganistan'a, Enver Paşa Türkistan'a geçer. Bunların Bolşeviklerle olan bağlantısını, Enver Paşanın amcası Halil Paşa üstlenirse de, bu faaliyetlerden Hindistan ve İran'daki İngiliz yönetim ve çıkar guruptan sanıldığı kadar olumsuz etkilenmezler. İngilizler bilhassa, iran'da işi daha da sağlama bağlamak için, Türk Kaçar Hanedanını tamamen devreden çıkarırlar. Türkistan'da bulunan Enver Paşa, istediği hedeflere bu bölgede ulaşamadığı için, bir çeşit umutsuzluğa kapılır. Bu duruma o bölgede bulunan İbrahim Lakay adlı bir Türkistanlının
Enver Paşaya tutsak muamelesi yapmasının da, etkisi olur. Bundan sonra da Paşa, İngilizlerden ziyade Komünistlerle mücadeleye girer ve bu bölgedeki mücadelesinde istediği gibi basan sağlayamamanın ezikliği sonucunda, neredeyse intihar gibi umutsuz bir tavır içersinde şehit düşer. Ruhu Şad olsun! Bu arada Cemal Paşanın Afganistan ve Halil Paşanın Moskova'daki konumu da, sıfırlanmıştır. Kısaca İngilizlere karşı Müslüman nüfusa dayanan sömürgelerinde geliştirilmeğe çalıştırılan bir çeşit 'Yeşil Kuşak' hareketi, tam anlamıyla başlayamadan tarihe gömülmüştür.

YENİ YEŞİL KUŞAK'IN YOK OLUŞU
1945 sonrası Ateist-komünist anlayışlara karşı, Balkanlardan Rusya'ya ve Çin'e kadar belirli bir coğrafyada, uygulamaya sokulan bu kuşak, iç içe geçmiş üç birimden oluşuyordu. Birinci birimdeki hedeflenen destek noktası, Yugoslavya, Bulgaristan Rusya ve Çin'deki komünist yönetimlerinin içindeki Müslümanlara yönelik olması ve onların kazanılması şeklindeydi. Bunlar için, başta Batı Almanya da olmak üzere, bazı ülkelerden o bölgelerdeki insanlara, yoğun radyo yayınlar» yapılıyor ve bazı süreli yayınlar da basılıyordu. Bir diğer kuşak, Türkiye, Irak, İran, Afganistan ve Pakistan üzerinde kuruluyordu. Buradaki oluşum da Bağdat Paktı, Cento gibi isimler altında hareket ediyordu. Üçüncü kuşak ise, Arabistan ve civarındaki ülkelerden oluşuyordu. Yeşil kuşaktaki ülkelerin milliyetçi guruptan, başta İran ve Arap ülkeleri olmak üzere, anti-Amerikancı bir çizgi tutturmuşken (Musaddık, Nasır vb.), Türkiye deki milliyetçi olduğunu söyleyen kişi, gurup, kuruluş ve partiler nedense Amerikan yanlısı bir politika takip ediyorlardı...Bunun da başlıca nedeni, iranlılar ve Arapların Sovyetlerle doğrudan soy ilişkilerine yönelik bir tabanları olmadığından, rahatsızlıkları da bu anlamda oluşmuyor, bilakis Amerika ve Yahudilere karşı, olumsuz hisler, daha kolaylıkla o ülke milliyetçilerini, Sovyet yanlılığına itiyordu. Türk milliyetçiliği ise, onlardan farklı olmak üzere, yayıldığı tarihi coğrafya ve insan kümeleri açısından, kendisine karşı Sovyetleri doğal düşman gibi görüyor; aynı şekilde Sovyetlerin siyasetinde de, Türkiye önemli ve potansiyeli olan bir düşman olarak, süreç içersinde beliriyordu. Bu nedenlerden dolayı, Türk milliyetçiliği kesicin bir anti-Amerikancı bir çizgi tutruramadığı gibi, bu milliyetçiliğin içine Müslüman kimliği olan çeşitli etnik kümelere mensup insanlar, sızıyorlar ya da sızdırılıyorlardı. Bunlardan bir kısmı da, gerçekte inanmadıkları 'Esir Türkler' kavramını, sürekli gündeme getirip tansiyonu yükseltme görevini başarıyla yerine getirebiliyordu. Bu zemini bekleyen karşı kümedekiler de, böylece toplum içersinde insanların vuruşmasını daha da kolaylaştırıyorlardı... Ülkeyi birbirlerinden kurtarma iddiasında olanlar, bazı gerçekleri ya göz-ardı ediyorlar ya da ettiriyorlardı. Ülkeye hakim olan bir avuç mutlu ve malum azınlık, boğazda ya da büyük otellerde ve localarda viskilerini yudumlarken, ülkeyi kendi cephelerinden kurtarma mücadelesi yaptıklarını sananların ya da söyleyenlerin arkasında, neredeyse teneke çaldırıp, gülüp oynuyorlardı. Bir taraftaki Hergün gazetesinin en önemli yazarlarından Taha Akyol, diğer tarafta Maocu Aydınlık gazetesinin yazarlarından Nuri Çolakoğlu. vardı.. Aradan yirmi küsur yıl geçtikten sonra bu ikili, CNN Türk kanalında el ele veriyor ve birbirlerine geçmiş süreçlerde hiçbir şey olmamışçasına, kendilerinin ve yazdıklarının o dönemde hiç kimse üzerinde sanki etki yapmamışçasına, geçmişlerine sözde sünger çekerek, halef-selef oluyorlardı. Geçmişte rakip gibi görünenlerden bir kısmı, gerçekte birbirlerine ne kadar rakiptiler? Tarihin hangi oyunu, onları o zamanlarda, farklı yerlere atmış ya da atmış gibi görüntü yaratmıştı?! Sovyet sisteminin çözülmesinden sonra, Yeşil Kuşak anlayışının gergin olan ipleri, çözülmeye başlamış, bunun alt yapısı için "Medeniyetler Çatışması" adıyla, ipe sapa gelmez düşünce ve teorilerle, gündemler oluşturulmaya çalışılmıştır. Böylece Anglo-Sakson-Yahudi ittifakı yeni düşmanını belirlemiştir. Bu yeni düşman kimdir? Bu yeni düşman, eski dostu veya daha doğru bir söyleyişle maşası olan: 'Yeşil Kuşak' bölgesi idi. Yeni sürece uygun (Sovyet çözülmesi olayı) olarak, dost ve düşmanlar da belirlenmişti. Bunun peşinden de, Afganistan ve benzeri yerlerdeki CİA'nın eski bölge ajanlarının (Ladin gibi) tarihsel görevleri bittiğinden dolayı, üzerlerine gidilme sürecine, yine ABD görevlilerince başlanmıştır. Son olarak Balkanlar ve Kafkaslardaki Müslümanların, üzerine gidilmesine de, göz yumulmuştur. İpleri ellerinde tutanların eski dostları üstüne gitme süreci, iki yönlüydü; Birincisi: Afganistan bölgesindeki Taliban örneği gibiydi...Amaç, dünyadaki her kese, onları her şeyiyle olumsuz göstererek, bir tür zararlı böceği ezer gibi, yok etme hareketine girişmekti...İkincisi: Yeşil Kuşak bölgesindeki bazı gurupları ehlileştirip, (yani kendi yörüngesinde ıslah etmek anlamında) o tip ülkelerdeki Anglo-Sakson-Yahudi ittifakına, ayak bağı olan veya olması muhtemel olan anlayışların, üzerine salmaktı...Bu konuda Türkiye'deki Kemalizm yaklaşımı ve Milli Devlet geleneği, bu anlayış için iyi bir av ya da hedefti... Bu bağlamda, Anglo-Sakson-Yahudi İttifakı, Türkiye'de eski Milli Görüşçülerin bir kısmıyla, ortak bir yapıda buluşup, sözde, yeni bir senteze varmak için harekete geçmişlerdi. Buna göre, eski Milli Görüşçülerden bir kısmı, siyasetin merkezine doğru çekilecek ve yine para karşılığında beslenen eski komünistlerden bazıları ile el ele verdirilip, başta Kemalizm kavramı ve Atatürk'ün kişiliği ya da yaptıklarına yönelik olmak üzere, bütün Milli-devlet anlayışı ve değerlerine karşı, demokrasi, hak-hukuk ve küreselleşme adına, yoğun fikir mücadelesi hikayesi altında, tam cepheden saldırıya geçilecekti. Böylece iki ayrı görüşün (Komünist-İslamcı) bir kısım elemanları, kapitalist-enternasyonalizmin Amerikan küreselciliği boyutunda, ıslahı sağlanıp, meydana el ele vermiş şekilde birlikte salınacaklardı. Bu durum doğaldır ki, Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının yeni bir yaklaşım biçimiydi. Medyadaki ifadelerle, Milli Görüşçülerin bir kısmının ehlileştirildiği laflarıyla, seçimlere gidildi. Sonuçta her şey Amerikanın istediği gibi oldu. Pilan şuydu: Amerika, ıslah edilmiş bir İslamcı yaklaşımla, 1950-1990 arası ateist-komünist anlayışların üzerine saldığı anlayıştan, artık Türkiye gibi ülkelerde, Milli Devlet geleneğini sarsacak bir şekilde gündeme sokup ya da sokturarak bu sürece yöneltmek istiyordu. Bu aşamadan sonra, Kuzey Irak'a da bunların yardımıyla daha kolay bir şekilde el koyacaktı. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Amerikan güçlerine karşı değilmiş gibi bir pozisyon çizip, iktidara gelenler, Amerika'dan Avrupa'ya, İran, Suriye, kak ve Arabistan'a kadar herkese farklı farklı mavi boncuk dağıtmaya başlamışlardı. Bu sürecin sonucunda, eski Milli Görüşçülerden koparak gelenler, Avrupa ve Orta doğudaki güçleri arkalarına rüzgar gibi almaya çalışarak, hareket etmeye gayret edip, işleri Anglo-Sakson-Yahudi ittifakı aleyhine, bir ölçüde de olsa gelişecek şekilde, Arap-saçına çevirdiler. Artık, Anglo-Sakson-Yahudi ittifakı için, Yeşil Kuşak anlayışının sonu gelmiştir ve de Yeşil rengin en açıktan en koyu tonuna kadar, güven boyutunda bir ittifak kurmak söz konusu değildir.(Acaba dolan da bu nedenle mi renklendirmeye calışıyorlar?Tabi ki bu işin espirisi...) Bizim Yeşil Kuşakçıların, Amerikan müttefikliğinde kalan tek kanadı olarak, Saidi Kürdiciler ve okulları meydanda kalmıştır. Merak etmesinler, Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının, Orta Asya ve Kafkasya politikasının son çizimleri bittiğinde, onların yakın süreçteki akıbetleri üzerine de, yeni bir senaryo da gelecektir. Bu Hükümetin yükünü, yani Arap-saçı politikasının sosyo-ekonomik maliyetini, geçmişte yaşanılan diğer örneklerde olduğu gibi, yine Türk milleti çekecektir. Şimdiden bazı Amerikan ayak oyunlarına hazırlıklı olalım!..
Yeşil Kuşaktaki birinci boyut da, yani eski komünist ülkelerde olan Müslümanlardan eski Yugoslavya da yaşayanlar, etkisiz ve hırpalandınlmış bir halde, varlıklarını sürdürüyorlar. Yunanistan'daki Müslümanlardan Batı Tırakya Türkleri ise, son liderleri şehit Sadık Ahmet'in sonrasında, sessiz ve sedasız duruyorlar...Bulgaristan'daki Türkler de, seçim vb. şeylerle varlıklarını devam ettiriyorlar. Rusya'daki Müslüman Türklerden Tataristan, Başkurdistan özerk bünyesindekiler de, uyuşturulmuş şekilde varlıklarını devam ettiriyorlar. Amerikalıların, Sovyetler çözülürken Suudi Arabistanla birlikte, kaşımaya çalıştığı Müslümanlardan: Çecenistan ve Dağıstan artık tamamen, Rus yörüngesine bırakılmış şekilde duruyor ve bu nedenle de dirençlerdeki güç ve direnme şiddetinde de düşme ivmesi kazanmış gibi görünüyor. Bu arada, Yeşil Kuşak'a karşı tavır değiştiren Amerikaya karşı da, Yeşil Kuşak'in geçmişteki en samimi ve en bonkör destekçisi Suudi Arabistan da, neredeyse Anglo-Sakson-Yahudi ittifakıyla köprüleri atmaya çalışmaktadır. Bu nedenle, Suudilerin, Çeçenistan ve Dağıstan üzerindeki etkileri de, kesilen Amerikan desteğinden dolayı eskisi gibi güçlü bir şekilde süremiyordu. Sovyetlerden ayrılarak ayrı devlet haline gelen ve bazılarının, sanki İranlı bir vatandaş gibi sabah, akşam Tfirki devletler söylemi, nedense Türk devletleri ifadesinde kendini doğru olarak bulamıyor. Fakat bu yeni Türk devletlerinin liderleri de, ne yazık ki eski komünist dönemden kalma liderlerdir...Hiç birisi, geçmişte yapmış oldukları büyük tarihi hataların ve teslimiyetlerinin hesabını vermeden ve de veremeden iktidarlarda duruyorlar. Dolayısıyla böyle bir tablodan da, Türklük adına fazla bir şey çıkmayacaktır. Önce o liderlerin ve kadrolarının, kendi milletlerine vermeleri gereken komünist-KGB geçmişlerindeki ihanetlerinin borç hesabının dökümü ortaya çıkarılmalıdır. Bakıyorsunuz, Kırgızistan Devlet Başkanı Askar Akayev, Çinliden daha Çinli, komünistten daha komünist, aynı zamanda Ermenistan'daki ziyaretinde de sahte soykırım anıtında saygı duruşunda bulunacak kadar da Türklükten uzak ve pervasız. Yakın adamı Nikolay Tanayev Rus kökenli ve komünist bir arkadaşı...Ya Sapor Murat Niyazof, 1730'lu yıllarda iran'daki ünlü Nadir Şah tarafından, Türkmenlerle Farisiler arasına tampon olarak yerleştirilen Kürt kabilelerinden geldiği söylenmiyor mu? O bu durumunu kamufle etmek adına, kendisine Türkmenbaşı diyerek, dedirterek bazı tarihsel geçmişi de, unutturmaya mı çalışıyor? Kendisine Ermeni asıllı Boris Şıhmuratyan'ı, Dışişleri Bakanı yapmamış mıydı? Bu da Türkmenistan gerçeği değil midir? Kuzey Azerbaycanda da, başta bir Yezidi Kürdü olduğu söylenen cenap Haydar Efendi yok mudur? Onun Başbakanı olan Artur isimli şahısta Türk müdür ki? işte Anglo-Sakson-Yahudi İttifakının göz yumduğu, Türk Dünyası devletlerinden bir kesit... Yeşil Kuşaktaki birinci boyutun bir diğer bölgesi de, Doğu Türkistan'dır. Onların Sinkiang dedikleri bu bölge, zaman zaman Çin ile ABD arasındaki çekişme ve gelişmelerle gerginleşiyor ya da tersi oluyor. Orada da Türklük lehine kısa vadede, olumlu bir durum görülmüyor...Yeşil Kuşakın ikinci gurubunda bulunan frak, Iran ve Afganistan gibi ülkeler, süreç içersinde siyasi anlamda, yüz seksen derece yön değiştirmişlerse de, bunlardan Afganistan ve frak, Anglo-Sakson-Yahudi ittifakı yörüngesinde tekrar ehlileştirilme sürecine sokulmuştur. Azerbaycan Türklerinin nüfusunu çok olması nedeniyle, İran'a da parçalama boyutunda, şu aşamaya kadar dokunamadılar. Çünkü, iki Azerbaycan birleşir diye korkuyorlar. Bu arada, tüm Yeşil Kuşak ülkelerinde, Türkiye modelinde olduğu gibi, bir seçim sistemi oluşmasını da istiyorlar. Türkiye'den ve o ülkelerden istemedikleri ise, millilik yaklaşımına sapmamaları konusudur. Türkiyenin bu konuda, 1945 sonrasında, üzerine fazla gidilmemesinin nedeni de, Sovyet tehlikesinin büyüklüğünün öneminden dolayı idi.. Nisan 2002 deki ilk Ufuk Ötesindeki yazımızda şu tespitte bulunmuştuk:
"Anlaşılıyor ki A.B.D., Orta-Asya Devletleri üzerindeki Afganistan kaynaklı din baskısını, önemli ölçüde kaldıracak ve o devletlerdeki idareleri (Buna Afganistan'da dahil, mikan bulursa frak, Somali, Sudan, Yemen'de ve hatta Arap Krallıkları da bu anlamda raptı zapt altına alınmaya başlanacaktır.) seçim sistemlerine doğru sürükleyecektir." Şu anda Afganistan'dan başka, Irak'ta bu sürece sokulmaya çalışılıyor, i Fakat Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının anlamadığı bir şey var. O da, bu ülkelerinin yoğun ve oturmuş bir halk geleneğinde seçim ve partileşme, kurumsallaşma sağlıklı anlamda yoktur. Oralarda yaşayan halklar birbirine düşman, üstelikte feodal kökenlerinin, bireysel ve bölgesel çıkar istekleri, ulusal ve evrensel değerlerden de, daha ağır basmaktadır.

YEŞİL KUŞAK ANLAYIŞININ İFLASI VE TOST YAPILMAK İSTENEN DEVLETLER!
Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının baskı unsuru, dolaylı ya da doğrudan olmak kaydıyla, frak ve Suriye üzerinde bittiğinde, sıraya Türkiye ve Türk Dünyası sokulacaktır. Irak'taki savaş sürecinde gelişen Rusya-Almanya Fransa ittifakı, Anglo-Sakson-Yahudi ittifakına karşı bir set oluşturmak için, zorunluluktan meydana gelmişti. Eğer bu durum, sadece anlık gelişmelerde kalmazsa, Türk Dünyasının işi iyice zorlaşacaktır. Anglo-Sakson-Yahudi ittifakına, başta İspanya doğrudan ve açık olmak üzere, İtalya da gizli destek boyutunda göz kırpmıştır. Bu bağlamda AB'nin gerçek gücü olan Almanya ile Fıransanın, Rusya ile aynı kulvara girmesi, ileride yeni açılımlara gebe olabilir. Zira Almanya-Fıransa ve Rusya'nın, bu süreci devam ettirmesi durumunda, bu üç ülkenin yüz ölçümü, yaklaşık on sekiz milyon kilometre karelik bir alana ulaştığı gibi, nüfusları da üç yüz elli milyonun üzerine çıkmakta, bundan da öte, Rusyanın o muazzam arazilerindeki kaynaklarının potansiyeli ve hepsinden de önemlisi, coğrafyasının bir ucunun Büyük Okyanusa, diğerlerinin de Baltık ve Karadenize dayanması, Almanya ve Fıransa için, çok önemli açılımlar yapabilir. Çünkü Rusyanın bugünkü arazisiyle, Türk Dünyasının kaynaklarının kontrolü ve değerlendirilmesi hususu, bu bölgeyi Anglo-Sakson-Yahudi ittifakına da doğrudan bırakılmamaktadır. Almanya ve Fıransa, aynı zamanda, kendi içlerindeki tarihi düşmanlığı, günümüzdeki çıkarları gereği geriye atmışlarken, acaba bu modaya Rusyayı da koyabilecekler midir? Bunda başarılı olurlarsa, buna en büyük sebep, küreselleşme palavrası altında hak, hukuk tanımadan çıkartan uğrunda hoyratça hareket eden, Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının önünü kesmek adına olacaktır. Bu durum en çok, Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Dünyasını tehdit etmektedir. Türkiye ve Türk Dünyası, Batısında ve Kuzeyinde, AB ve Rusya İttifakı ile Güneyinde oluşan Anglo-Sakson-Yahudi İttifakı ya da yanlısı devletlerin arasına düşerek/düşürülerek, bir tost devletler haline getirilmeye çalışılıyor. Bu süreç Anadolu, Kafkasya, Afganistan ve Orta Asya'da, günümüzde bu şekilde oluşturuluyor. Potansiyel ve kaynaklan bilinen bir Türk Dünyası, kaynaklarına hakim olamayan ya da hakim obuasına izin verilmeyen Türk insanları... Bozuk ve adil olmayan tablo bu!..Bunun için, sadece Hazar Denizi çevresine bakmak yeterlidir! Bu bölgede en az yüzde seksen Türk nüfusu yaşıyor. Yaşayan bu Türk nüfusuna karşı, Ruslar ve iranlıların, bu denizin coğrafyasındaki hak ve iddialarını iyi inceleyiniz. Bölgenin Türklerle ilgili kesimlerindeki ülkelerin, satılmış komünist kökenli liderleri ve cepleri oluk oluk dolar dolan yağcılan, çok mutlu...Fakat oralardaki Türkler ise uyutulmakta...Ne yazık ki, şu anki durum ve gerçek, bu süreçte böyle gitmektedir. Bölgedeki Türklerin devletleri, üç beş çıkarcı asalak gurup ve yakınları rahat yaşasın diye, dünya emperyalizmine peşkeş çekilmektedir. Fakat anlaşılan odur ki, bu durum da yeterli görülmemiş, bu bölge tost ya da paspas haline getirilmeye çalışılmaktadır. Bu durumda da, Türk dünyasının geleceğe yönelik bütünleşme gayret ve çabalarının da, önüne geçilip, setler örülmeğe çalışılmaktadır. Devam edeceğiz...







www.ufukotesi.com - 06 / 2003  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.