Evrak-ı Perişandan

 

Doç. Dr. Fethi Gedikli  

Yağma ve talanın yeni adı: “Amerikalılık” ve “İngilizlik”


“America contra natura mı Natura contra america mı” Necat Çavuş, Amerika 8 Nisan’da nasıl olduğu hâlâ daha karanlık bir şekilde Bağdat düştü. Ardından gelen haberler Bağdat Arkeoloji Müzesinin yağmalandığı ve Milli Kütüphanenin yandığı idi. Yağma ve yangın günlerce devam etti. Yakılan ve tahrip edilen müze ve kütüphanenin yanı sıra halkın can ve mal güvenliği de esaslı bir şekilde yok edilmişti. İşin ilginç yanı, Amerikalıların ve İngilizlerin bu birbirinden ağır canilikler karşısında yani masum insanların öldürülmesi, mallarının gasp edilmesi ve insanlığın ortak kültür varlıkları olan müzenin yağmalanması ve kütüphanenin yanışından hiç üzüntü duymamaları, hatta bunu vaka-yı adiyeden saymalarıydı. Bu kayıtsızlık da olayın kendisi kadar vahimdi. Oysa böyle bir şeyin binde biri kendilerine, kendi müze veya kütüphanelerine karşı yapılacak olsa dünyaya ayağa kaldıracak insanlar bunlardı. Buna sebep olanların başına gök kubbeyi yıkmakta da bir an bile tereddüt göstermezlerdi. Öte taraftan, kültür varlıklarının değerini en iyi bilebilecek durumda olanlar da onlardı. O halde buradaki paradoks nasıl açıklanabilirdi?

Daha önceki benzer olaylardaki tepkilerinin çok sert olduğunu biliyoruz. Mesela Amerikalılar, İngilizler ve bütün “uygar” Batı, Afganistan’daki Taliban düzeninin Buda heykellerine karşı yürüttüğü savaşı dünyanın bir numaralı meselesi haline getirmişlerdi. Şimdi gösterdikleri bu duyarsızlık birincinin İslam mirası, ikincinin İslam-dışı bir medeniyetin mirası olmasıyla mı izah edilebilirdi? Açık söylemek gerekirse burada da “medeniyetler çatışması” mı işliyordu? Düşman sayılan bir medeniyeti alt etmek için onun bütün izlerini yer yüzünden silmek mi gerekiyordu? Eski Ahid’in Yeremya faslında “Kudüs’ün intikamının Babil’den günün birinde mutlaka alınacağı” yazılıydı. Bağdat’ın düşmesi, bazı Batılı dindar çevrelerde, Yeremya’da yazılanların tecellisi olarak görülmüştür. Buna Bush’un haçlı seferlerinden başlayarak dindar söylemini de ilave etmek lazımdır.
Şahsen Bağdat Müzesinin yağmalanması ve Milli Kütüphanenin yakılması beni derinden etkiledi. Aynı kötü duyguyu Amerika, İngiltere ve İspanya’nın Irak’a karşı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı olmadan müdahale edeceklerini açıkladıkları ve sonra bunu uyguladıkları anlarda da yaşamıştım. Bu duyguyu kısaca “aynı durumun bir gün bizim de başımıza gelebileceği” şeklinde ifade edebilirim. Saldırganların çıkarları öyle gerektiriyor diye bir gün uydurma bahanelerle bütün milletler vurulabilir bugün. Nitekim Irak’ta savaşa gerekçe yapılan kitle imha silahlarının bulunamaması, gerekçenin uydurma olduğunu açıkça gözler önüne sermiştir. Buna rağmen, saldırıyı gerçekleştirenlerin kendi ve dünya kamuoylarından özür dilememiş olmaları da gerekçenin uydurma olduğunun ikinci bir kanıtıdır.
Dolayısıyla bir gün böyle sahte gerekçelerle bizim şehirlerimize de tonlarca bomba yağabilir, sahip olduğumuz kültür varlıkları Irak’ta olduğu gibi talan edilebilir. Belki Irak’ta olup bitenlerin bize bu kadar yakın gelmesi, bizi can evimizden vurması, bizim de ne kadar savunmasız olduğumuzu aşikar kılması sebebiyledir. Her neyse, uyudum uyandım, gözümün önüne binlerce paha biçilmez ve bir daha elde edilemez kitabın yanması, yırtılması, sokaklarda per-perişan edilmesi manzarası geldi oturdu. Derin bir çaresizlikle beraber ciddi bir rahatsızlık duydum. Benim içimi burkan bu görüntülere Amerika Savunma Bakanı Bay Rumsfeld özgür insanların suç işleme özgürlüğü olarak bakıyordu (Rumsfeld: “Yağmalama olayları baskıcı bir dikta rejiminden özgürlüğe geçiş sürecinin bir sonucudur.”, Milliyet, 13 Nisan 2003, s. 20). Bay Bakan ayrıca bu yoldaki haberleri abartılı buluyordu. İngiltere’nin sosyalist başbakanı da aynı kanaatteydi. Demek ki suç işleme hak ve özgürlüğü de vardı. Amerikan siyasetçilerinin şimdi insan hakları hukukuna yaptıkları bu özgün ve değerli katkının bundan böyle hep minnetle hatırlanacağından eminim.
Irak Petrol Bakanlığını daha ilk günden koruma altına alan işgal güçlerinin, kültür mirasını bilinçli olarak korumasız bıraktığı anlaşılıyor. Bunun sebepleri üzerinde düşünmek, bu tavrı çözümlemek lazımdır:
Evvela, kültür mirasının bir “mal” olarak petrol kadar değerli olmadığı, petrol kadar paraya tahvil edilemeyeceği söylenebilir.
İkinci olarak, kültür mirasının, o topraklara daha sıkı surette bağlı olduğu, oradan koparılmasının daha zor olduğu, hatta uluslar arası sözleşmelere bakılırsa imkansız olduğu ve işgalcilere orada işgalci olduklarını daima hatırlatacakları da söylenebilir. Bu sebeple, kırılmalı, dökülmeli, bu arada el çabukluğuyla taşınabilir olanları Amerika’ya nakledilmelidir. Bu nakil ancak böyle bir hengame içerisinde tahakkuk ettirilebilir. Nitekim, Amerika, Irak’tan antika eserle gelen “iliştirilmiş gazeteci”lerini güya yakalamıştır.
Üçüncü olarak, dünya kamuoyu nezdinde bu eserlerin, yerli yağmacı ve talancı ayaktakımına ait olamayacak kadar değerli olduğu düşüncesini de oluşturmak olabilir. “Bakın bu insanların ülkesi işgali hak etmiyor mu? Bunların hepsi çapulcu ve uygarlığımızın eğiticiliğine muhtaç insanlar. Bunlara yaptıklarımız az bile. Hepsinin soyunu kurutmak lazım.” Kısaca “onlar bu eserlere layık değiller, onlar bunların değerini bilemezler.” Nitekim, basınımızda yer alan yorumlara bakıldığında böyle bir düşünce oluşturmada kısmen başarılı oldukları görülmektedir. Misal olarak Hasan Pulur ve Fatih Özgüven’in yazıları zikredilebilir. Sevgi Gönül ve Avni Özgürel de uzak ve yakın tarihten örnekler getirerek savaşların yağma ve talana yol açtığını belirtiyorlar. Burada Fatih Özgüven gibi bir entelektüelin şunları yazabilmesini ve olanlardan bir hayır ummasını şaşkınlıkla karşıladığımı eklemek isterim: “... Irak’taki çeşitli kültür hazinelerinin çoğunun aradan ‘makul bir süre’ geçtikten sonra Amerika’nın en seçkin üniversite koleksiyonlarında boy göstereceklerine kesin gözüyle bakılıyor. Bunu da her üniversitede var olan bazı ‘kampüs münafıkları’ndan duydum! Hayırlara vesile olsun, diyelim.” (“Türkler (Bu Sefer) Boston’da...”, Radikal, 24 Nisan 2003, s. 21).
Belki bir başka ve daha önemli sebep de ipten kazıktan kurtulmuş insanlar olarak Avrupa’dan koparak Amerika’ya yerleşip orayı asıl sahiplerinden “temizleyen” sığır çobanlarının çocuklarının “yok edici” (onlar buna terminator diyorlar) dürtülerinin bir kere daha tatmin edilmek istenmesidir. Bu yok ediciliği ortaya çıkaran itki, kendi ülkelerindeki en eski kültür kalıtının taş çatlasa ancak iki-üç yüz yıl geriye gitmesi midir? Sümer, Akad, Babil, Asur ve İslam medeniyetinden gelen binlerce yıllık birikime sahip Irak halkının birikimiyle kendi cüce birikiminin mukayesesinin, insanı yönelttiği bir kıskançlık veya hasetlik midir? Yoksa bütün bu duygular karmaşası mı bu “uygar”, “okumuş”, “kültürlü”, “bilgili”, “zevkleri incelmiş” insanları binlerce yıllık kültür mirasını yok edilmesine azmettiren? Maşa kullandıklarına bakarak, umarım, kimse işgalcileri temize çıkarmaya kalkmaz!
Bu sorularımızın yanıtları, Amerikalı bilim adamlarının yaptıkları çözümlemelerde vardır. On yedinci asrın sonundan on dokuzuncu asrın ortasına kadar Batıda sömürgecilik, medeniyet, Batı gibi kavramların ortaya çıkması "Barbarlar"ın ve "Şarklılar"ın "Ötekiler" olarak konumlandırılmasını getirdi. Bu sebeple, medeniyet/barbarlık ve Batı/Doğu ikilikleri Orta Çağlarda hüküm süren hıristiyanlık/müslümanlık ayrımının yerini aldı. On dokuzuncu asırda entelektüel bir gayret olarak antropolojinin gelişmesi böyle bir arka-plana denk düştü. Antropoloji "sanat ve kültür biriktirme"nin Batılı pratiklerini düzenleyen bir "kurtarma paradigması öngörür ve beyaz adama "vahşi"ye, "kâfir"e, "hayvan"a veya "barbar"a boyun eğdirme görevi yükler. Bu münasebet eşitlerin münasebeti değildir. Batılı-olmayanlar, burada Iraklılar kendi varlıklarını muhafaza etmenin önemini anlamaya kabiliyetsiz vazgeçilebilir marjinallerdir. Bu sebeple, onların zenaat işlerini "himaye etmek", "kurtarmak", "saklamak" ve "korumak" beyaz adamın işidir (bk. M. Boroujerdi, İran Entelektüelleri ve Batı, (çev. F. Gedikli, s. 29-30, İstanbul 2001)
Amerika ve İngiltere işgalindeki Irak’ta vuku bulan yağma ve talan hadiseleri hakkında yazmasaydım özsaygımı yitirirdim. Bu yüzden, zaruri bir yazı bu! Diğer taraftan, böyle bir yazı bu köşenin ruhuna da uygun düşüyor. Bu haksız savaşla hem ahvalimiz, hem de evrak-ı Irak perişan oldu. Yirmi birinci asra girdiğimiz şu zamanda böyle bir şeyi tasavvur etmek benim için imkansızdı. Bu saldırı, fetih çağının yeniden açıldığı anlamına gelmektedir ve maalesef ardından neyi getireceği de belli değildir.
Bu Bağdat’ın şimdilik son yıkımıdır. Bağdat, birçok kez tarümar edilmiştir. Büyük tahribatlardan biri Orta Çağda Moğollar tarafından irtikap edilmişti, o zaman da kütüphanesi dağıtılmış, binlerce kitap Dicle nehrine atılmıştı. Namık Kemal, bu köşeye ilham veren (Kitapçı Arakel neşri, İstanbul 1302, 2. b.) “Evrak-ı Perişan” adlı eserinde (Tercüme-i hal: Emir Nevruz) bu istilayı şöyle tasvir ediyor:
“Hiç şüphe yoktur ki altı bin bu kadar senelik insanlık âleminin müptelâ olduğu musibetler içinde Tufandan sonra en şiddetli belâ Moğol istilasıdır. Cengiz gibi kaplandan yırtıcı, yılandan hain, şeytandan desiseci cabbar bir reisin hunharane emellerinin sevkiyle Karakurum sahralarından Asya’nın her tarafına yayılan milyon milyon vahşiler memleket yıkmakta, insan telef etmekte Tufandan bile geri kalır âfetlerden değil idi. Büyük Tufan su Tufanı ise Moğolların zuhuruna da ateş Tufanı veya kan Tufanı denilse yakışır.” Bu hür vicdanlı vatan şairimiz acaba “kolları bağlı Irak”ın teknoloji devlerince acımasızca dövülmesini görmüş olsaydı, onu niteleyecek kelime bulabilir miydi?
Bugün, işlenen bu insanlık dışı olayları hala niye vandallık, barbarlık, moğolluk diye takbih ediyoruz. Bundan sonra, bu katliamlara, zalimliklere, tecavüzlere, haksızlıklara Amerikalılar ve İngilizlerin bilhassa Irak’a ve Irak’ta yaptıklarından ötürü “Amerikalılık”, “İngilizlik” desek daha tanımlayıcı olmaz mı?
Aşağıdaki anektodu, Suudi Arabistan büyükelçisi yerine herhangi bir başka devletinkini koyarak da okuyabilirsiniz. Kuvvetle inanıyorum ki, gelecek Bush’un öngördüğü gibi olmayacaktır:
Suudi Arabistan büyükelçisi, uluslar arası bir toplantıda bir fırsatını bulup Bush’a yanaşmış: “Sayın Başkan, izninizle size bir şey sormak istiyorum”, demiş. Bush “Buyrun, cevaplayabileceğim bir şeyse, memnuniyetle...” Büyükelçi “Doğrusu bu soruyu oğlum da bana soruyor.” demiş. “Oğlum, sizin Star Trek (Uzay Yolu) dizinizi çok sever ve hiç kaçırmaz ama dikkatini çeken bir şey var. Dizide Ruslar, zenciler, Asyalılar neredeyse her ırktan, her kıtadan insan var ama bir tek Araplar yok. Neden?” Bush gülümsemiş: “Dizi gelecekte geçiyor da ondan.”


www.ufukotesi.com - 06 / 2003  

fethigedikli@ixir.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.