Aynı zamanda akıp giden siyasi süreç sonrasında, her şey bu kadar basit bir şekilde mi geçiştirilmeliydi diye, kendi kendimizi içten içe yiyoruz? Siz de duyarlı iseniz, yüreğinizin taşikardili bir anlayışla atarak, körük gibi şişmesine ve de beyninizdeki tüm düşünsel faaliyetlerin, en ufak noktasındaki ilgili yerlere ulaşması yöntemiyle, tüm bu olumsuzlukları hücrelerinize kadar hissediyorsunuz, yaşıyorsunuz; hatta bu yaşamayı sadece gündüzleri değil, bazen de bilinçaltınıza atıp, rüyalarınıza kadar taşıyorsunuz. Bunlar elbette az şeyler değil, neye göre? Verilen bedele göre...Vermeden almanın, kime mahsus olduğunun anlayışını bilerek ya da bilemeyerek, durumun önemini değerlendiremeyen insanların, her konudaki hak talep ve istekleri de, objektif olmadığı gibi, zaman ve mekan açısından da, yerinde bulunmamaktadır. Bugün siyasi tarihin dış boyutu, gözümüzün önünden o kadar hızlı akıp gitmektedir ki, bizler olayları yakalayana ya da anlayana kadar, pek çok şey devreden çıkmaktadır. Bu akıp giden faaliyetler karşısındaki toplumsal duyarsızlık ve ilgisizlikler, insanı rahatsız edici boyuttadır. Bu boyutun bir yönü, olayları çarpıtan ve hedefleri saptıran güçlerin, ülkemizdeki faaliyetleridir. Diğer yönü ise, milli boyuttaki tepkilerin, güçlü bir şekilde ortaya konulamayıp, etki yönünün oluşturulmaması şeklindedir, diyebiliriz. Bu nedenle Avrupa Birliği üyeliği süreci böyle gelişmiştir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti üzerindeki baskı da böyledir. Nihayet Musul-Kerkük sorunundaki son gelişmeler de bu şekildedir. Ülkemizdeki insanların, yukarıdaki süreçlere olan tepki boyutu, şu günlerde, çok ama çok cılız bir orandadır. Yoksa AB, Kıbrıs ya da Musul-Kerkük’teki gelişmeler, Türkleri hiç ilgilendirmiyor mu? Ya da Türk insanının sayısal oranı, bu ülkede tahmin ettiğimizden veya söylenenden daha mı azdır? Belki de Türk insanının, 1980 yılından bu yana, başına örülen ekonomik ve kültürel çoraplardan dolayı, gelecekteki ufukları kaybettirilmiş veya geleceği görme yönleri azaltılmıştır? Olabilir mi? Niçin olmasın? Bu ülkede, sadece üniversite sınavına giren, bir milyonun üzerinde genç olduğunu düşününüz. Yine bir o kadar da, okullarda okuyan gençleri hatırlayınız. Bunlardan başka öğretim üyesi, öğretmen, doktor, mühendis, mimar, eczacı, avukat ve diğer memurları ya da özel olarak çalışanları da, hesaba katarsanız, yine karşınızda çalışan insanlardan, milyonlar belirir. Fakat bu ülke de, çıkan sesin cılızlığına bakınız; bu cılızlık bilgisizliğin karanlığının ürünü mü? Yoksa ilgisizliğin, duyarsızlığın ya da bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın anlayışının, bir sonucu mu? Geleceğimize karşı duyarsız ve de bilinçsiz kalırsak eğer, yarınlar da yürümemiz mümkün olabilir mi? Evet, kesin olan bir şey varsa, şu anda yaşanan olaylara duyarsız ve ilgisiz insan kümeleriyle karşı karşıyayız. Elbette bunların politik, ekonomik ve de sosyolojik çıkarımları olabilir. Fakat ne olursa olsun, yetmiş milyona yaklaştığı söylenen bir ülkede, yine en büyük şehrinin on milyon civarında nüfusunun bulunduğu belirtilen bir yerde, elli bin ya da yüz bin kişiyi, böylesi milli davalarda bir araya getirememek, ne kadar acı bir durum değil mi? İşte birkaç ay önce, İstanbul’un Hürriyet Meydanında, Kıbrıs ile ilgili yapılan mitinge, katılım ne kadar da azdı? Bahane olarak, havanın soğuk olduğu belirtildi... Halbuki aynı gün, İstanbul’daki bir futbol takımının maçına gelen seyirci sayısı, o mitinge gelenden çok ama çok daha fazlaydı. İşte gösterge burada... İnsanların ilgisi var ama, neye karşı?Kendi geleceklerini belirleme adına, meydanlara yönelik değil de, futbol sahalarına doğru...Acaba kendi geleceğine karşı insanlarımız, nasıl ilgisiz kalabiliyorlar? Bu olumsuz durum ve tablolar, bu şekilde, niçin bu ülkede oluştu? Bu oluşumda hangi politikacılar ve şahıslar, hangi kıstasları geliştirerek, bu olumsuzluk becerisini sağlayabildiler? Futbol oynanmasın mı? Oynansın elbet...Fakat Almanya gibi, İngiltere gibi ya da en azından bir İtalya gibi, sermaye ve milli gelir büyüklüğüne sahip olalım da, ondan sonrası çok kolay...İşte insanlarımız, futbolcu Emre, Okan, Alpay, Nihat dedikleri kadar, niçin Kıbrıs, Musul-Kerkük demiyorlar, diyemiyorlar? Bazı insanlarımız, Deniz Akkaya, Hülya Avşar, Gülben Ergen, Sibel Can, Seda Sayan gibilere gösterdikleri ilgi kadar, neden kendi geleceklerine, ve nihayet çocuklarının geleceklerine, ilgisiz ve de bilgisiz kalıyorlar ya da kalabiliyorlar? Aynı şekilde İbrahim Tatlıses, Mahsun Kırmızıgül, Alişan, Özcan Deniz, Küçük Emrah gibilerin şişirilmesi, parlatılması ve de milletin önüne uyutucu bir tıkaç olarak konulması, neyin nesidir ve de kimin/kimlerin başarısının ya da depolitizasyonun sonucudur?
Görevlilerin yetersizliği, yetersizlerin görevlendirilmesi
Ülkemiz insanlarının çoğunluğu itibarıyla, oluşan/oluşturulan bu olumsuz tablo ve de bu olumsuz tabloda beliren vahim görüntü ve de bu görüntüde beliren görevlilerin yetersizliği, bir düşünelim bakalım, hangi boyuttadır? Acaba bu yetersiz görevlilerin, kamuoyuna yerleşmesinde, politikacıların, kayırmacıların, himayecilerin ve de hısım-akrabacıların geçmişten günümüze, etkili olmalarıyla, kötüye kullanılmış yetkinin sonucundaki veballeri, ne kadardır?Ya bürokratlar, aydın geçinenler, medya teröristleri, bilgi cahili yazarlar, çanta taşıyıcı ve de iş bitirici gazeteciler, sanatçı olduğunu söyleyenler, sendika ağaları, dernek beyleri, vakıf tüccarları, öğretim elemanı olarak kendini var sayanlar, evet bunların hepsi, hepsi hangi boyutta bu durum ve şartlardan sorumludurlar? Bunları hep düşünmeli ve de gözümüzün önüne alıp, olumsuzluklarını değerlendirip, zihnimizdeki sorgulama sürecini canlandırmalıyız. Evet, ülkemizdeki görevlilerin yetersizliği, her açıdan ve her konuda, yakın tarihsel süreç içersinde, kendisini ne yazık ki, ispat da etmiştir. Bu görevlilerin yetersizliği sabit olmuşken, bu sabitliğin ana nedeni, yetersiz şahısların sahalarında yeterliymiş gibi duyurulmalarından kaynaklanmıyor mu? Bu konuda bilhassa politikacıların baş rolü ve birinciliği kimseye bırakmadıkları da, olayın başka bir gerçek yönü değil midir? Adamın partisi haktan, hukuktan bahsediyor, fakat seçim zamanı, ağalara ve aşiretlere tam anlamıyla teslim olmuyor mu, olmadı mı? Bakınız bazı partilerin yakın tarihteki milletvekillerinin isimlerine. Ben bunları burada yazmak istemiyorum. Fakat aklı başında ve de gelişmeleri takip eden herkes bu durumu biliyor. Bir başkaları da tutturmuşlar bir sosyal-demokrasi diyerek, sürüklenip, gidiyorlar? Utanmadan Atatürk’ün partisine mensubuz diyorlar...Atatürk’te mi Sosyal-demokrattı? Onun için mi: ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’, ‘Bir Türk Dünyaya Bedeldir’ diyerek, ‘Damarlardaki Asil Kandan’ bahsetmiştir? Bu mudur, Atatürk’ün Sosyal Demokrasi anlayışı? Ya da sosyal-demokratların benimsediği Atatürk?!! Ya din bezirganları, bu ülkede açık ve dobra dobra, erkekçesine ve de yiğitçesine bu millete Türk diyememenin ezilmişliğinde, kerhen Türk diyenler, onları da geçelim...Elbette bunlardan da daha vahimi ise, Türk milliyetçiliğinin bayraktarlığını yaptıklarını iddia edenlerin, bilgilerinin derinliği ile ilgili olanıdır... Bu bilginin yapısındaki yöresel değerlerin izi ve etkisi, Türk dünyasının tarihsel sürecini, karşılamaya ya da kucaklamaya yeterli miydi? Aynı şekilde Türk dünyasının mekana dayanan coğrafi yönünü algılamaya, kaç kişinin sıtratejik düzeyde ilgisi ve bilgisi vardı? Elbette sağlıklı ve objektif bir ilgi ve bilginin kurulamadığı bir ortamda, işlerin yüzeysel bir anlayış ve değerlerle, günü kurtarma adına geçiştirilmesi de, en doğal olan bir sonuç değil miydi?. Düşününüz bakalım, Azerbaycan’ın topraklarının beşte birinin on küsur yıldır işgal altında olmasını ve bir milyon insanın kaçgın olarak perişan bir halde yaşamasını, Kuzey ve Güney Azerbaycan’ın birleşmesi hususundaki anlayışları, Musul-Kerkük Türklerinin tarihten ve o coğrafyadan silinmesinin hususunu, Ahıska Türklerinin vahim durumlarının düzeltilememesini, Kıbrıs Türklerinin gelecekteki durumlarının belirsizliğini, Yunanistan’da bulunan Türklerin akıbetlerini, Uygur Türklerinin uğradıkları baskıların boyutlarını veya diğer sorunları ve bu sorunlar üzerine üretilen ya da hiçbir zaman üretilmeyen çözümlerin, sonu gelmeyen sonuçlarını... Düşününüz ve hatırlamaya çalışınız! Böyle bir faaliyet var mıydı? Demirel gibi hatırlatalım, vardı da biz mi görmedik...Ya da illegal bir faaliyet miydi? Belki de bu konulardaki her şey, bilgisizliğin karanlığında, ilgisizliğin şahlanışına teslim edilip gidildi? Zaten bu değerler şimdi moda değil mi? Bazıları da diyebilir, her zaman olduğu gibi, milli meseleler de bir gizlilik olmalı... Neyin gizliliği? Türkler kahrediliyor, yok ediliyor, yani bunların geleceği sıfırlanınca mı onlarla ilgileneceğiz?..Evet şu günlerde, her alanda bilgisizliğin karanlığında, ilgisizliğin şahlanışını yaşıyoruz. Eğer bunun aksini söyleyebilecek bir adam varsa, yukarıda saydığımız olayların çerçevesinde bizleri bilgilendirsin de görelim...
Alınganlara
Önceki ay ki yazımızdan, kendi bölgeleri adına alınanlar olmuş...Biz diyoruz ki, yazılarımız Türk ve Türk Dünyası merkezli bir anlayışın ürünüdür. Yazdığımız yazılar da, kendi yöresel değerleri adına ya da etnik kimlikleri açısından rahatsız olanlar varsa, buradaki yazıları, Türk merkezli anlayışla düşünmelerini tavsiye ederim. Başkalarının da, bu merkezli yazılar ya da anlayışlar içersinde bulunduğu belirtebilir. Ve o şahıslar, anlayış ve yaklaşımlarında, bizim söylemlerimizi dikkate almayarak, başka bir çizgi ile yollarına da devam edebilirler. Bu da onların sorunudur, diyoruz...Bizim kendi adımıza, bir mevkii, bir unvan ya da başka bir şey elde etmek gibi düşüncelerimiz yoktur? Ben Türklüğü ve Türk Dünyasını bu diyalektik bakışı açısıyla değerlendiriyorum. Ne satılacak bir kalemim, ne alınacak bir yüreğim, ne de başka bir beklentiye açık beynim ve bedenim mevcut değildir...En fazla onurum ve şerefimle köşeme çekilirim...Ve kendi çevremde ve de kendi kendime, bilgilerimi ve bilgilerdeki düşünceleri mi yaşarım...Benim için bundan da ötesi olmayabilir... Çünkü burada takip ettiğimiz yol ve anlayış, bunu gerektirir diye düşünüyorum. Aynı zamanda çizmeye çalıştığım çizgiden, mümkünü yoktur ki, Türklük adına taviz veremem. Verildiği anda, tutarlılık ya da ilkeli olmak anlayışı söz konusu olamaz. Bu bizim demokratik tepkimizdir. Birkaç kişi ve o kişiler gibiler, bu yazıları görünce, nasıl bir rahatsızlık duyuyorlarsa, bizim Türklük adına duyduğumuz acı ve ıstırabın özelliğini de anlayabilirler...Şimdi gelelim o malum yazıdan rahatsızlık duyanlara... Şurası bilinmelidir ki, ben şahıs olarak düşünce ve görüşlerimi benimsemeyen bir kişi dahi olsa, ne olursa olsun dışlanmaması ve hatta, hatta aydınlatılması gerektiği düşüncesinde olan bir insanım... O nedenle yazılarımdan rahatsızlık duyan insanlara da, düşüncelerimin ufku çerçevesinde yaklaşmaya ve yazdıklarımdaki düşüncelerimin temel anlayış ve belgesel kaynaklarını da, tanıklar olarak aktarmaya çalışıyorum...Yoksa amaç takiye olmamalı ve Polyanacılık oyunu da oynanmamalıdır. Varsa siyasi, sosyal ve kültürel yaralar, gösterilmeli ve de acilen pansumanları da yapılmalıdır. Ocak 2003 teki bir yazımızda da, şöyle demiştim: “Bir yanlış anlamaya, mahal vermemekte lazımdır. O yazıda, anılan millet ve halkların, içlerinden çıkan bütün fertler için olumsuzdur yaklaşımı ve anlayışı da, elbette doğru olamaz. Böyle bir düşünce ve yaklaşım içinde olmamız, Türk dünyasına bakışımızın Balkanlardan Kafkaslara kadar, jeopolitik ve jeosıtratejik beklentilerimizle taban tabana çelişmesi demek olur. Bu çelişki bizi sadece bölgemizde değil, bölgemiz dışında da, var olan yararlı ve zararlı kuşakların, potansiyel girdabında yalnızlığa mahkum eder. Ben, bizi eleştiren kişinin düzleminde gitmek istiyorum ki, bu yazıları şartlanmış bir insandan ziyade, belirli bir tarih düzlemini algılamış ve tarih bilincini, Türklük ideali ve bilinciyle bütünleştirmiş bir insanı, anlasın ve tanısın diye...” Bu günün Türkiye gerçeği ise, bizlerin bir İmparatorluk geleneğinin arazilerinin son bölümü üzerinde yaşıyor olmamızdadır. Dolayısıyla İmparatorlukların kozmopolit yapısı, Osmanlı Devleti için de kaçınılmazdı. Bu nedenle de İmparatorluk kalıntısı içersinde, sadece tek bir millet bulunmaması da çok doğaldı. Buna bir de Türklerin, geleneksel insan hoşgörüsü eklendiğinde, en fazla rahat edilen İmparatorluğun, Osmanlıya ait olması da, en normaliydi...İmparatorluk sonrası din farklılığı Ermeni, Rum, Yahudileri daha kolay açığa çıkarmışken, Müslüman kimliğine rağmen Arapların İsyanı, Kürt ve Çerkezlerin bazı faaliyetleri de zaman, zaman su yüzüne çıktığı, Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaşı süreçlerinde açıkça görülmüştür. Bunlar olmadı, yaşanmadı, hayır demek, objektiflik adına mümkün müdür?İnsanların beyinlerine verilen farklı olmak kimliği, yüreklere bir elma kurtçuğu gibi düşürülünce, bundan kurtulmak son derece zordur. Biz İstanbul’daki Adli Tıp Kurumunda bundan beş-on yıl önce Hemşinliler adına kan analizleri yapıldığı hususunun Medyaya yansıdığını da biliyoruz. Burada Hemşinliler suçlu mudur? Hayır...Fakat bu tip faaliyetlere girenlerin açığa çıkarılıp, teşhir edilip dışlanması görevi de, en çok adı geçen bölgeden çıktığını ya da yetiştiğini söyleyen aydın insanlara düşmektedir? Niçin? Tabi ki sağlıklı olarak birlik ve beraberlik içinde yaşamak için...Bundan ötesi yoktur. Emperyalistlerin milli-devletler de en çok kaşıdığı değerler, malum olduğu üzere etnik ya da dinsel anlayışlardır. Türkiye de bu etnik ve dini değerlerin kullanılması da yaygın olarak gündeme gelmektedir. Rize ilinin insan yapısı da, geçmişten bu güne sürekli olarak dini ve etnik değerler açısından kullanılmıştır. Atatürk’ün ünlü Karadeniz Seyahati sırasında, o zamanki adıyla Atina (Pazar) olan ilçenin müftüsüne söyledikleri, ne çabuk unutuldu...İzmir suikastının elebaşısı olarak yakalanıp, idam edilen Ziya Hurşit, o zamanki adıyla Lazistan mebusluğu bünyesinde meşhur olmuşken, işin tuhaf yanı, adı geçen şahıs, köken itibarıyla, o bölgedeki çoğu insanlar ile doğrudan soy açısından ilgisi olmayan bir kişi değil miydi? Bunu belki bugün pek çok kişi bilmez, fakat açın bakın, bilmiyorsanız öğrenin, Ziya Hurşit'’n ağabeyi Faik Hurşit, şunları yazmamış mıydı?: “1894 tarihinde Lazistan sancağının (Atina) Pazar kazası dahilinde Hemşin bucağının Molla Veysi köyünde doğdum. Babam otuz beş sene ilçelerde hakimlik eden Mehmet Hurşit efendidir. Aile lakabımız Kürdoğlu’dur.” Neticede Ziya Hurşit denilen milli kimliğimize ve Atatürk’e düşman olan bir suikastçının, huy ve tabiatı ve bu huy ve tabiattan beslenen düşünce ve ruhu, elbette Rize’deki Türklere hiçbir şekilde yansıtılamaz... Aynı Şevki Yılmaz olarak bilinen ve dini kendi anlayışı için kullanan ve şu anda kaçak durumuna düşen şahsın faaliyetleri dahi, Rizeli Türklerin ilgisi ve bilgisi dışında değil midir? Fakat bölgede, Türklüğü kabul etmeyenler de olabilir. Onlar da, tarihin bu kesitinde bizlerle yaşamaya razı ve hazır da olmalıdırlar. Bunun da başka yolu yoktur. Rize ili, ne hazindir ki emperyalistlerin günümüzde de ilgisini çekmektedir. Bu ilgi ‘Laz’lık, Hemşinli’lik gibi kavramların öne getirilmesiyle, günümüz sürecinde de zaman, zaman açık ya da gizli olarak, gündeme sunulmaya çalışılmaktadır. İnanıyoruz ki, bu süreçten rahatsızlık duyanlar, en çok konuya duyarlı olan Rizeli Türklerdir. Fakat, bu duyarlılık, sürekli gündemde tutulmalıdır. Aynı zamanda, gizli ya da açık olarak, dini ve etnik sömürü yapan kişi ve gurupların özellikle, teşhiri de sağlanmalıdır. Biz yine tahmin ediyoruz ki, “Mjora” adlı yayından yine en çok Rizeli Türkler rahatsızdır. Fakat bu rahatsızlığı, Rizeli Türkler gibi, kökenleri, bereketli Çay diyarı Rize’ye dayanan Mesut Yılmaz, Recep Tayyip Erdoğan, Murat Karayalçın ve Besim Tibuk’ta yüreklerinde ya da beyinlerinde duyabiliyor mu? Bu şahısların ortak noktası, sadece, kökenlerinin Rize iline dayanması değil, aynı zamanda dördü de, bu ülkede parti başkanlığı yapan ya da yapmış olan kişilerdir. Milli devlet konusuna olan ilgileri ve yaklaşımları nedir? Bir hatırlayalım!Bunlardan hangisi, Diyarbakır’dan neyi geçirmek istemiştir? Yine bunlardan hangisi, 1993 yılında “Ne Mutlu Türküm Diyene” veciz sözünden rahatsız olduğunu beyan etmiştir? İyice düşününüz!..Ya sosyalist-enternasyonalle ilgisi olan lider de, acaba bunlar içersinde midir? Evet bunların içersinde bir de liberal olduğunu söyleyen yok mudur? Bu liberal lider de, Besim Tibuk değil midir?Besim Tibuk kendisini şöyle tanıtmaktadır: “Rize’nin Fındıklı ilçesi Arılı köyünde doğmuşum. Karadeniz sahilinden aşağı, yukarı dokuz kilometre içerideki bu dağ köyünün inanılmaz güzellikte gölleri olan deresi vardır. Köyün eski adı olan Pitsala da sanırım konumunun bu özelliğinden mülhem: Pitsala yani ‘Pisin’ (göl) ve Skala (merdiven) (...) Hem Karadenizliyim, hem de Laz’ım ama, bilir misiniz; Laz olmak ile Karadenizli olmak aynı şey değildir. Halkımız ‘celiyorum’, ‘cidiyorum’ gibi konuşanları Laz zannederler oysa, bu bir Karadeniz lehçesidir. Lazca ise, apayrı bir dildir; basit bir yerel dil, Kafkasya dilidir. Çayeli ile Pazar arasında bir dağ silsilesi vardır ki, Lazlar çoğunlukla buradan Rus sınırına kadar uzanan bölgedeki beş kasabada yaşarlar: Pazar, Ardeşen, Fındıklı, Arhavi ve Hopa, Rize halkı da esasen Laz değildir. Evet. Ben Arılı’da yani, Viçe’de doğduğum için, ana dilim Lazca’dır.” Rizeli Türklerin, Rize adını sırtına alarak, milli-devlet anlayışına çeşitli açılardan karşı çıkan kişi, lider ve guruplara karşı da, Türkiye’deki her milliyetçi bir Türk gibi rahatsızlık duyduğunu da düşünüyorum. Rize ilinde Türklüğü kabul etmeyip de, başka kökenlerden olduğunu savunan insanlar yok mudur? Olabilir... Biz ayrılığı değil, bütünlüğü savunuyoruz. Bölgede Türkler olmadan çıkışlarının olamayacağı gerçeğini de, kendilerine hatırlatırız. Ayrıca bundan seksen dokuz yıl önce, İngilizlerin Osmanlı Devletine attığı bir kazığa karşılık, 24 Ağustos 1914 de Tasviri Efkar gazetesinde yazılı olarak, Rize’den Fahri, Hüseyin, Osman, Zeki, Safvet, Hulusi, Süleyman ve Abdi Beylerin gösterdiği duyarlılığı okuyarak öğreniyoruz. Yine tüm Rizelilerin milli-devlet anlayışına sahip çıkarak, ruhlarını ve akıllarını her türlü enternasyonalizme, değişik boyutlarda teslim etmiş insanlara karşı, rest çekmelerini diliyoruz...Ve de bekliyoruz... Ayrıca ülkemizin bütününde de, bilgisizliğin karanlığında, ilgisizliğin şahlanışının da, yok olmasını temenni ediyoruz.
|