Ve o yalanlar yenilir, yutulur lokmalar elbette değil...Bunların hepsi koskocaman ve kuyruklu olan yalanlardandır. Kasım 2002 tarihinde ki Ufuk Ötesi Gazetesindeki : “Yakınımızdaki Irak, Irak’taki Yakınlarımız” başlığındaki yazıma aşağıdaki cümlelerle başlamıştım: “Hepimizin malumudur ki, ‘minareyi çalan kılıfını da uydururmuş’. Atalarımız bu sözleri boşu boşuna söylememiş... Hatırlarsınız on bir sene önce karabatakların petrole bulaşmış bir şekildeki görüntülerini...Bu görüntüleri bütün dünya televizyonlarına yayan ABD’nin CİA yönlendirmeli ajans ve kanalları, insanları ne kadar kolay bir şekilde etkilemişlerdi. Evet o zavallı kuşlar petrol içersinde ölüm-kalım mücadelesi ederken, bizler olayın geçtiği yerin Basra körfezi olduğunu düşünürken ya da düşündürülürken belki de ‘Atı alan Üsküdar’ı geçiyordu.’ Aslında o kuşların, o acıklı durumları, yine o malum çevrelerin kendi talan ekonomilerinin sonucunda, başka denizlerde batan ya da denize petrol akıtmış/sızdırmış olan gemilerin ürünüydü. Allah’ım! Ne korkunç bir şey? Atılan her adımı, olumsuz dahi olsa, kendi lehlerine çeviren bir zihniyetin, ne biçim tuzakları ile karşı karşıyayız? Evet kuşlar Basra’da değil ama, başka denizlerde emperyalistlerin arsızlıklarının sonucunda telef olurken ve bunun üstüne aşağılık senaryo üretenler, Bağdat’ta bombalar altında can veren masum insanların çığlıklarının sesini hiçbir yere, hiçbir şekilde acıklı ve duyarlı bir şekilde duyurmuyorlardı. Neden? “Yukarıdaki yazı 1991’i hatırlatıyordu. Ne değişti arkadaşlar? Aradan on iki koca yıl geçti. Baba Buş, emaneti oğul Buş’a devretti. Şimdi Milli Savunma Bakanlığını üstlenen Danıld Ramsfeld, o zamanda vardı, şu anda yine var. Üstelik tahrikçilerin, kışkırtıcıların ele-başlarından değil mi? Acaba ABD’nin büyük kartelleriyle ilişkisi var mı? Ya diğer yoldaşlarının bu konuyla ilgileri sürüyor mu? Dik Çeyni, Volkovitz, Pörl ve diğerleri, mercek altına insanlık adına alınmalılar... Ölüm tüccarlarının ele-başları olan Buş ve Ramsfeld, aynı zamanda, ülkelerinde askerliklerini açık ve net bir biçimde değil de, torpilli bir şekilde geçiştirmişler. Böylece savaşı tanımayan bu tip adamlar için “davulun sesi uzaktan hoş gelir” mantığı esastır. Yine Kolin Pavıl diye birisi var ya...1991’de Amerikan Genelkurmay Başkanı olan ve şu andaki Amerikan Hükümeti’nin de Dışişleri Bakanı...Zenci kırması mı desem, melez mi desem, ülkemizdeki bazı tipler nedense alınıyor ya...Alıngan olan bu adamlar, Türklüğe birisi saldırsa nedense alınmaz ve gıklarını dahi çıkarmazlar ve de içten içe sevinirler. Onlara göre, yok siyahi ( Farsça kelimelerle Türkçe’mizi de bozuyorlar ya, o da yetmez ise yakında beyazi de derler. Bizim Türkçe’mizde ne güzel akla-kara kelimesi var, açık ve net...) imiş, yok çikolata (iyi ki kömür demiyor) renkliymiş...Bu adamlara, Amerika’da bal gibi Zenci anlamında, Negro diyorlar. Onlar orada alınmıyor da, biz burada neden alınalım. Bundan alınan Zenci varsa, şarkıcı Maykıl Caksının yanına gidip rengini değiştirsin... Yok bizim içimizdeki tiplerden alınan varsa, renklerini siyaha boyasınlar da rahatlasınlar...Gerçi bu Kolin Pavıl denilen melez-zenci Maykıl Caksın havasında...Tam anlamıyla Anglo-Sakson olmuş ve de onlar gibi kan denizinde yüzmeyi, halklara kazık, daha doğrusu bomba atmayı da iyice öğrenmiş...Yahudi sermayesinden de aldığı pay oranında semirmiş...Zavallı Sudanlı ve diğer zenciler, Kolin Pavıl ağabeyinize bakın, sizin adınıza bir oturuşta üç kişilik yemek yemekte, günde üç oturuşta da, dokuzunuzun rızkını tüketmektedir. O zavallılar ise, hangi tür sinekle (Çeçe mi desem, Anofel cinsi sivrisinek mi desem ya da kara sinek mi desem) çarpıştıklarının farkında değiller. Amerikan sömürge takımındaki kadronun as elemanları, saha içinde bazı yer ve mevki değiştirme dışında, aynı kişilerden oluşmaktadır. İngilizlere de, sosyal-demokrat diyebileceğimiz, İngiliz İşçi Partisinden Toni Bileryır kaptanlık etmektedir. Bu İngiliz İşçi Partisi ne biçim bir partidir ki, İngiliz sömürgeciliğinin sözde ilerici ayağını temsil eder, fakat hiçbir zaman sömürüdeki kısmetini ve payını reddetmez, sadece “Yan cebime koy”, der. Sözde küreselci emperyalist dünyanın, kap-kara yüzünü oluşturan, Anglo-Sakson-Yahudi ittifakı, beslendikleri kaynakları arttırmak ve de ömürlerini uzatmak, sömürü, kan ve yalana dayanan hakimiyet ve güçlerini pekiştirmek için, yoğun bir mücadeleye yine girdiler. Yalanlar, aynı 1991’de olduğu gibi, doğruymuşçasına her ülkedeki yağdanlıklar tarafından kamuoyuna sunuldu: Yok efendim Saddam karnından yaralanmış, Tarık Aziz kaçmış, Taha Yasin Ramazan ölmüş, falanca tümen savaşın hemen başında teslim olmuş, filanca şehir ele geçirilmiş...Bir sürü palavranın, kamuoyuna sunulduğunu tekrar, tekrar ekrandan gördük. Bunlar olamaz mı? Süreç içersinde olabilir elbet...Fakat daha doğmamış bebeğe bilmem ne payesi vermenin amacı nedir? Ve bu pozisyonda, rezil bir duruma düşmenin utancına nasıl katlanabilirler? Adamlar bunları düşünmüyorlar ki, bunları düşünmeleri için onurları olmalıdırlar. İnsanlığı iliklerine kadar sömürenlerin olmayan onurları, onursuzluk üstüne inşa edilebilir mi?. Üstelik bu onursuzlar, kendileri bir halt yedikleri zaman yaptıklarını allıyorlar, pulluyorlar kamuoyuna sunuyorlar. Benzer faaliyeti karşı taraf yaptığı zaman, haktan hukuktan bahsediyorlar. Kendilerinin Birleşmiş Milletleri sollayıp, bu savaşa başlamalarının nasıl hukuki tabanı yoksa; yine kendilerinin teslim olan Irak askerlerinin günlerce ekranda tiyatro şeklinde göstermelerinin tutarlı bir yönü nasıl olabilir? Iraklılar, Amerikan esirlerini ekrana çıkarttıklarında morali sıfırlanan Danıld Ramsfeld nasıl oluyor da Cenevre sözleşmesini hatırlayabiliyor/hatırlatabiliyor? Zatın her halde “İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır” diye bilinen Türk atasözünden haberi yok ki böyle konuşuyor? Üstelik utanmadan sıkılmadan konuşuyor. Kendi gösterdikleri Irak esirlerini hiç dikkate almadan konuşuyor. Ne yapsın, bir akıllı ve uyanık insan olarak kendisini görüyor. Burada bir de şunu görebiliyoruz. Amerikan demokrasisi tam anlamıyla devlet demokrasisi...Şöyle ki dünyanın en gelişmiş telekomünikasyon ve iletişim sistemlerine ve ağlarına sahip olan Amerika’da, askerlerden özgürce haber alabilmek gerçek anlamda sadece devlet tekelindedir. Bu tekel Pentagon-CİA yönlendirmelidir. Sıkıysa Amerikan kartel medyası, sansürden geçmeyen bir haber versin de görelim. Hatırlarsınız, İkiz kuleler yıkıldığında, binlerce kişinin öldüğü söylendi. Bu ölen kişilerden kaçının cesedini gördünüz? Bu tip olumsuz ve Amerikan gururunu küçük düşürücü faaliyetlere Amerikan Devleti tarafından geçit yoktur... Bu durum böyle biline...Ya bizdeki dışa bağımlı medya... Her şeyi ile teşhirci ve paracı olan medya...Ne yapıyorsa, bunu da demokrasi adına yaptığını iddia etmiyor mu? Her hangi bir olay olsa, o olaydaki insanların cesetleri, kurbanlık koyun misali dökülen kanlarına kadar, sanki bir halt yenmiş gibi kamuoyuna malzeme yapılmıyor mu? Sonra da bunun için haberleşme özgürlüğü yaftası altına saklanmıyorlar mı? Al sana Amerikan özgürlüğü, tepe tepe kullan...İşte Amerika ile aramızdaki fark... Bu açıdan bakıldığında hangisinin hakları daha geniş ve daha özgür, tartışılmaya ve araştırılmaya değer...Evet devlet demokrasisine sahip olan Amerika’da aileler, çocuklarının akıbetlerini ‘Özgür’(?) ve ‘demokrat’ (?) medyalarından alamıyorlar...Ancak başka, başka ülkelerin, örneğin Filipinlerin televizyon kanallarından bazı özel gerçekleri öğrenebiliyorlar. Bunun da somut kanıtı, savaşın ilk günlerinde esir düşen ve annesi Filipin asıllı olan bir askerin durumunda yaşadık. O kadın, elbette Filipin televizyonunu anlayabiliyordu. Anlayamayan anneler ne yapacak? Onlar da, anladıkları dildeki ülkelerin kanalını mı izlesinler diyelim? Bu mudur, özgürce haber alma hakkı? Bu mudur, küreselleşme edebiyatı yapanların efendilerinin hali? Varın, siz bunu takdir edin. Çünkü yaşadığımız gerçekler, açık ve seçik. Üstelik Anglo-Sakson_Yahudi ittifakı istese de/istemese de her şey somut bir şekilde ortada...
TEKRAR TETİKÇİLİK SORUNU
Arkadaşlar yine yukarıdaki yazımda belirttiğim gibi geçmişte yaşananlarla benzer şekilde karşılaşmak, 1991’i geri getirmeye çalışmak beni son derece rahatsız ediyor. Evet kendisine Türk Milleti’ni merkezine almış bir insan olarak, yine Kasım 2002’de aynı köşedeki yazımda, Türk basının da ilk kez “Tetikçi Milletler” kavramını gündeme getirip, şu görüşlere yer vermiştim:“Piyasada yıllarca kullanılan gençleri gördük. Bu uğurda harcanan binlerce genç insan ideolojik anlamda, mafya anlamında, kan davası töresi anlamında Türkiye’nin pek çok yerinde tetikçi olarak bir maşa gibi kullanıldı; halende kullanılıyor. Onlardan uyananlar oldu, uyanamayıp yoluna devam eden ve su testisi su yolunda kırılır anlayışında olanlar da oldu. Bazı milletler de, yukarıda ifade ettiğimiz belli kişilerce kullanılan bu gençler gibi, tarih boyunca kullanılmıştır, kullanılmaktadır. Belki o milletler de, dünya birinci liginde oynayamamanın acısını seyirci olarak yaşarken, Türk milli takımına karşı taş veya başka madde atarak, tarihi görevlerini yerine getiriyorlar. Tetikçilik sadece, mafya bozuntusu üç-beş serserinin veya kan davası uğuruna beyni yıkanmış olan bir gencin ya da ideolojinin kör gözlüğünü takıp belirli yerlere saldıran bir militanın işi değildir. Tetikçilik bir ölçüde de mekana ve zamana göre belirli milletlerin çıkarları doğrultusunda, yönlendirilen toplulukların, halkların ve hatta milletlerin dahi yaptığı bir faaliyet olarak tarihteki yerini almıştır. Türkler tarihleri boyunca yerleştikleri yerlerde tetikçi topluluklarla yüz yüze kalmışlardır Anadolu’daki Türklere karşı, genelde Yunanlılar ya da Ermeniler çoğunlukla bu vazifeyi yerine getirmişler; zaman, zaman da Araplar ve Kürtler de bu iş için emperyalizmin ateşini körüklemekle görevlendirilmişlerdir. Bu görevlendirme de görev alanların başındakilere ikbal sözleri verilmiş ya da devlet kurmaları hususunda kamuoyları aldatılmıştır. Bunlar on dokuzuncu yüzyıl içersinde, Sırp, Yunan, Bulgar, Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Ermeni, Arap ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda Kürt olarak meydana çıkmışlardır.”Ey Türk Milleti işit! Yine o günlere doğru hızla gidiyoruz. Yunanistan’ı Mora’da doğurtan zihniyet, Ermenistan’ı Revan Sancağında oluşturan anlayış hep aynı, yine sırtımızdalar... Uyanık ve tetikte ol! Önlemleri iyi düşünmeli ve o düşüncenin ışığında hareket etmeliyiz. İçeride ve dışarıda tüm sırtlanlar el-ele vermiş bekliyorlar. Aynı Bakü’ye Türk ordusu girmesin diye, 1918’de oluşturulan Alman-Rus-İngiliz gayri-resmi ittifakı gibi. Musul-Kerkük için de Anglo-Sakson-Yahudi ittifakından, Rusya’ya, Almanya’ya, Fıransa’ya, İran’a ve hatta yapıştırma bir devlet olan Belçika’ya kadar bütün herkes, hop oturup, hop kalkmaktadırlar. Bu kadar mı Türk ordusundan, bu kadar mı Türk milletinden, bu kadar mı Türk dünyasından korkmaktadırlar? Neredeyse tüm dünya, Türklere karşı...Anlayınız, düşününüz ve ibret alınız...Üç-beş satılmışın iddia ettiği gibi, boş bir millet değiliz. O malum tipler eliyle, kaynakları peş-keş çekilen ve geleceği ekonomik ve kültürel anlamda esir edilmeye çalışılan bu ülke ve bu insanların, en zor koşulları yaşadıkları, şu anki hallerinden dahi, pek çok ülke ve devlet korku duymaktadır. Bir de potansiyel gücümüzü düşünelim!..
SAVAŞA SEYİRCİ KALANLAR
Bu gün, bu savaş ortamındaki iktidarın, savaşa karşı tutumu net ve açık değil...Neden? Acaba bazı çevrelere, bazılarının diyet borcu mu var? Efendim, hık-mık edenler; yok sadece koridor verdik diyenlerden,(İyi ki yatak odası, misafir odası ve de tuvaleti vermemişler(!) verseler ne olacaktı?!!) bazıları nedendir, bilinmez “kuzuların sessizliğine” büründüler. Çıtları çıkmıyor...Artık şiir de, şarkı da söyleyemiyorlar...Zavallı Iraklıların da “Minareleri süngü” değil ki, o nedenle o tarafa ilgi de duymuyorlar. Şansa bak! arada bir avare adam uçak kaçırıyor da, Başbakan’a iş çıkıyor ve şakşakçı basında bunu allayıp, pullayıp pehlivan tefrikası gibi gazetelerde boy boy veriyor. Fakat sayın R.T.Erdoğan nedendir bilinmez, Urfa topraklarına düşen füzelerle ilgili hiçbir açıklamada bulunmamakta ya da bulunamamaktadır. Uçak kaçırma eyleminde dili çözülen R.T.Erdoğan, düşen füzeler konusunda derin sessizliğe gömülmektedir. Bu tür yorumlara dobra, dobra giremeyen Erdoğan, Irak bombalanırken Hz. Adem, Hz. Nuh, Hz.Şit, Hz.Zülküf, Hz. Hüseyin,İmamı Azam Ebu Hanife ile Necef’teki Hz.Ali makamının bombalanıp/bombalanmaması hususunda da bir bilgi veremediği gibi, konuya dönük ilgi de gösterememektedir. Ve bu merkezde uluslar arası arenada, Kasımpaşalık adının esamesinin okunmadığına şahit olmaktadır. R.T.Erdoğan, Kasımpaşalılık ve de İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı makamının, ülkenin sosyo-ekonomik iç basıncına dönük bir şekilde, gelişme gösterdiğini, şu ana kadar fark-edememiştir. O nedenle, Hükümet Başkanı olmanın dayanılmaz ağırlığı altında ekonomik, politik ve askeri anlamda ezilmekte ve de dış politika konusunda da, dış basıncın kıskacı altında sıkışıp kalmaktadır...Anglo-Saksonların, memleketinde, dirsek teması aralığında hizaya gelenler ve oralarda oksijen soluyup, su içenler ve gıda alanlar ve geceleri dahi yataklarında mışıl, mışıl uyumanın huzuru içinde olan, Zatı muhteremler, Hoca-efendiler gıklarını niye çıkarama ihtiyacını duymuyorlar?... İngiltere’yi babasının kapısı gibi görüp gidip-gelen, falanca tarikata mensup olduğu söylenen, Kıbrıslı Nazım ve dahi kendisine yaşama üssü olarak Amerika’yı seçen Fetullah Gülen’in, yukarıda saydığımız Peygamber mezarları ile İslam büyüklerinin kabirleri hakkındaki düşünceleri nedir? Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının füzeleri ile katil uçaklarının, Iraklı Müslümanlar üstüne ölüm kusması hakkındaki kanaat ve düşünceleri konusunda olumlu düşünceleri var mıdır? Dünya hayatının sayılı günlerinde, insanlar üzerinde yoğun inanç şakşakçılığı yaparak, geçinenlerin ve bu sayede isim yapanların şimdi niye gıkları çıkmıyor? O emperyalist ülke topraklarında, ömürlerine üç-beş gün daha ömür katmak nasıl bir duygudur? Kendileri adına, cennetin kapısına, Buş ve diğerleri eliyle daha mı kolay yaklaşılmaktadır? Evet, farkında mısınız? Can tatlı, yetmişinde de olsan tatlı, sekseninde de...İşin ilginç yanı, insanlara cennet adına yol gösterenler ya da yol gösterdiğini iddia edenler;o cennete erken gitmemek uğruna, dünyada biraz daha kalayım ve bu yerlere biraz daha yapışayım adına, ne rezaletlere katlanıyorlar görüyor musunuz? Iraklı Müslüman analar, babalar acımasızca öldürülürken, en çok mücadele etmesi gerekenlerin, olaya ilgisiz ve bilgisiz kalmaları ne kadar düşündürücüdür. Ne diyelim, bu açık, haksız ve adil olmayan savaşın vahşetine seyirci kalanlara?..Benim tek diyeceğim, bu savaşı kınamayanlar, müsait yerlerine kına yaksınlar...
ARAPLAR VE ULUSAL BİLİNÇ
Anglo-Saksonların Amerika’dan İngiltere’ye, oradan da Avustralya’ya kadar birleştikleri koalisyon ittifakına karşı, Araplar neden birleşip de karşı ittifak kuramıyorlar? Dünkü Anglo-Saksonlar, bu başarıyı yakalarken, Araplar bunu neden yapamıyor? Kanımca bunun nedenleri arasında, Anglo-Saksonlar üzerindeki çıkara dayanan Yahudi yapıştırıcısının da olduğu, göz-ardı edilmemelidir. Arapların millet bilinci niçin tam anlamıyla gelişmemiştir, diye düşünebiliriz? Birincisi, çoğu Arap ülkesindeki insanlar, şehir kültüründen ziyade kır-çöl kültürüne dönük bir hayat sürmekte, dolayısıyla milli bilinçten ziyade, geleneklere dayanan yöre bilincini sürdürmektedir. İkinci sebep ise, Arap Birliği adı verilen topluluğa üye olan pek çok ülkenin, doğrudan Araplıkla ilgisi bulunmamaktadır. Sadece İslam dininin geliştirdiği değerler sonucunda, bu değerleri benimsemiş olmaları ve Arapça’nın kendi bölgelerini dinsel yapıdan dolayı etkilemiş, daha da ötesi teslim almış olmasından dolayı, o topluluklar Arap olarak değerlendirilmektedirler. Böyle topluluklar ve ülkeler vardır: Örneğin Sudan, Moritanya ne kadar Arap’tır? Aynı şekilde:Fas,Cezayir,Tunus ne kadar Arap’tır ya da değildir, tartışılabilir? Üçüncü bir sebep ise, din ve dil birliği olup da, birlikte hareket edemeyen bu topluluğun önündeki en önemli faktörlerden başında, dış siyasi basınç gelir. Bu basıncı da, süreç içersinde, başta Anglo-Sakson_Yahudi ittifakıyla, Fıransa yapmıştır. Bunlar Araplara ne yapmıştır? Bunların yaptığı şudur: Mezopotamya’dan Atlas Okyanusuna var olan coğrafyayı, onlarca parça ve devlete bölüp, hareket etmişlerdir. Böyle bir bölünmeye uğrayan coğrafyada, oluşan siyasi güçler, birbirleriyle mücadele etmeyi esas aldıklarından, siyasi iktidar hırsı, ulusal bütünleşme duygularının da önüne geçmektedir. Cemal Abdül-Nasır döneminde, bir teşebbüs yapılmışsa da, o teşebbüs dahi başarısızlığı mahkum olmuştur. Bu başarısızlıkta, dış siyasi basıncın büyük etkisi de unutulmamalıdır. Fakat Mayıs 2002’de Filistin sorunuyla ilgili olarak yazdığımız yazıda, şu noktalar da dikkate alınmalıdır: “Cermen-Latin ittifakının direnme gücü, bölgedeki Arap ve Müslüman ülkelerin tepkileriyle orantılı olacaktır. Bu tepki, Irak, Libya, Suriye gibi anti-Anglo-Saksoncu gurubun, dünyanın en önemli petrol bölgesine sahip olan Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar ve BAE gibi kökten Anglo-Saksoncu Arap ülkelerinin aynı ipe dizilen tespih taneleri gibi bir araya gelmeleri ve bu saflara İran’ı katmalarıyla mümkündür. Şu an için çok zor bir teori...Bunların elindeki petrol ancak bu şekilde silaha dönüşebilir. Bu bağlamda A.B.D.’nin yumuşak karnı, Aramko’dan, Sokar’a ve Orta-Asya’ya kadar deşilebilir... Anglo-Saksonlara karşı Afrika ve Asya’daki Müslümanların çoğunun da diş bilediği malumdur. Bunların insan potansiyeli açısından önemi yadsınamaz.(Pek çoğu canlı bomba olabilir. Bu da Anglo-Sakson-Yahudi emperyalizminin: turizmden, ulaşıma kadar pek çok alanda sarsılmasına yol açabilir.) Dünyanın diğer güçleri ve mazlum uluslarının da Anglo-Sakson-Yahudi ittifakından neler çektiğini pek çok ülkedeki insanlar bilmektedir.(Güney Amerika ülkelerinden en son ve en somut örnekler, ekonomik çökertilme açısından Arjantin’le, nihayet darbeye maruz kalan dünyanın dördüncü Büyük petrol ülkesi Venezüella, bunu şu süreçte sıcağı sıcağına yaşamaktadır). Tüm veriler birleştirilirse, Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının şu an için değilse de, orta ve uzun vadeli süreçteki geleceği çok parlak görülmemektedir.” Tarihi süreçte, bir dış siyasi basıncın etkisiyle “Düz Çizgi Devleti” olarak Anglo-Saksonların İngiliz kanadınca ortaya çıkarılmış olan Irak, aynı zamanda yapısal özelliği itibariyle de “Yapıştırma Devlettir”. Düz çizgi devleti olan Irak’ın, İran sınırı Osmanlı-Safevi döneminde çizilmişti. Irak’ın Batı ve güney batı sınırı ise tam anlamıyla düz çizgi devleti oluşturma anlayışına dönüktü. Kuzey sınırı, yani Türkiye sınırı ise, İngilizlerin ayak oyunları sonucunda 1926’da oluşturulacaktı. Evet sınırları böyle çizilen Irak, aynı zamanda Arap, Kürt ve Türklerden oluşan bir yapıştırma devletti. Bu yapıştırma devlet içersinde, daha küçük nüfusa sahip olan Asuriler, Yahudiler gibi vs. halklar da vardı. Bu yapıştırma devletin ömrünü doldurduğunu kendi mantığında gören Anglo-Saksonların ABD kanadı, kolları sıvadı ve buraya yönelik sıtratejilerini çeşitli taktik boyutlarında yürürlüğe koymaya başladı. Bu işin teorisyen beyinleri ise, malum olduğu üzere, Yahudi anlayışından beslenmektedir. Yani Anglo-Sakson-Yahudi ittifakı ilk aşamada tüm güçleriyle medya-basın ve beşinci kolların yaygarasıyla harekete geçmişlerse de, dünyanın pek çok kesimlerindeki insanlar tarafından taraftar bulmakta güçlük çekmektedirler. Bakalım Anglo-Sakson-Yahudi ittifakını yönlendirenler, farklı ülkelerdeki iktidarları ve muhalefetlerini nasıl ikna edecekler ya da daha doğrusu kandıracaklar veya kandıramayacaklar göreceğiz. Belki bazıları için Irak’ta iş potansiyeli da yaratırlar; inşaat sektörü gibi...Acaba Irak petrollerini, nasıl hegemonyaları altına alacaklar? Doğrudan mı ya da kuracakları kukla devletlerle mi? Irak üzerindeki Rus, Fıransız ve diğer ülkelerin petrol nüfuzlarını nasıl ayarlayacaklar, yaşayarak göreceğiz?
MÜCADELE ALANINDA TEPİŞENLER
Geçmişte Hindistan Yolu uğruna mücadele edilen Irak, günümüzde de yaşadığımız rezaletlerle karşı karşıya, “Ana gibi yar olmaz; Bağdat gibi diyar olmaz” denilen bölgeyi biz maalesef çoktan kaybetmişiz! Ya, Bağdat’ın kuzeyindeki Türkler!.. Onlarla ne kadar ilgilenmişiz? Suçlusu ve vebal sahipleri incelenmeli, arayıp bulunmalı ve tarihin düzleminde kamuoyuna da teşhir edilmelidir...Biz anti Anglo-Sakson-Yahudi ittifakı derken, Saddam Hüseyin gibi adi, şerefsiz bir diktatörü övmemiz mümkün müdür? Elbette hayır... O şerefsiz diktatör, tüm sülalesiyle ve adamlarıyla, elbette Irak’tan ve tüm dünyadan kazınmalıdır. Biz ABD ve yandaşlarının, Saddam’ı bahane ederek oraya geldiğini ve Türk dünyası için, daha da kötü günleri hazırlamaya çalıştıkları için lanetliyoruz. Yani demek istiyoruz ki: “Gelen gideni aratmasın”... Burada kötünün iyisi mücadelesi yapmıyoruz. İki mikrop da yok edilmeli, fakat mikroplara karşı kullanılan ilaçlar farklı olabilir. İşte bunlara karşı, Türk Dünyası uyanık olmalı ve bu uyanıklık bağlamında sıtratejiler geliştirmelidir. Yoksa Iraklı Türkmenlerin hüsranı daha da artabilir... Saddam Hüseyin Irak’ından da kötü bir duruma düşürülüp, Barzani-Talabani adlı şaklabanların güdümüne sokulup, daha da perişan edilebilirler. Bölge için Türklerin uyanık olmaları adına, sadece 4 Mart 2003 haftasındaki gelişmeler izlense yeter. O zaman şunlar görülecektir: Tezkerenin TBMM’nde reddedilmesi, peşinden Erbil’de CİA ajanlarınca on-binlerce kişi Türkiye aleyhine yürütülmesi, bunlara Türk bayrakları yaktırılması, buna karşılık Almanya’nın KADEK’i kapattığı haber kaynaklarından geçmesi gibi... İki tarafın dünya hakimiyeti ve bölgesel güçler için yaptığı mücadeleyi görüyor musunuz? Ne kadar ilginç...Peşinden CİA ajanları, Kuzey Irak’ta bir yürüyüş daha yaptırdı. 5 Mart’ta Türkiye’nin Genel Kurmay Başkanı hükümetle aynı görüşte olduğunu belirtti. 6 Mart 2003’te, Paris’te Rus-Alman ve Fıransız Dışişleri Bakanları toplandı. Amaç BM’de Irak ile ilgili olarak alınabilecek savaş kararını engellemekti. Daha sonraki günlerde, Dünya Bankası’nın AB kanadına mensup olanlar Türkiye’deki İMF ve Hükümetin uygulamalarını eleştirir. İMF’de Türkiye üzerine baskı yapar. Türkiye’nin kıredi notu tırpanlanır. AB’deki çatlak sesler, Türk ordusunu Kıbrıs’ta işgalci sayacağını belirtir. AİHM, Öcalan’ın yargılanmasını yetersiz bulur, vs. vs.,vs. Tüm bunlardan sonra Anglo-Sakson-Yahudi ittifakı bildiğini okur ve Irak’a saldırır...Mayıs 2002’ deki yazımızın bir kısmı da şu şekilde tarihe not olarak düşüyordu: “Günümüz dünyası tek kutupludur. Bu durum geçici bir süreçtir. Tahterevallinin öbür tarafına oturmak isteyenlerin bölgeyle ilgisi ve bilgisi nedir? Acaba, tüm soğuk savaş döneminde dahi, Filistin’de bu kadar keskinleşmeyen Yahudi-Arap mücadelesi, şimdi nasıl doruğa çıktı/çıkarıldı. İsrail ve Yahudi lobisi, yetersiz mi kalıyor?Filistinlileri kimler destekliyor?Bu desteğin boyutu belli midir? Şu an için Anglo-Saksonlarla,Cermen-Latin ittifakının yoğun mücadelesini: Filistin, Balkanlar, Orta Avrupa ve Türkiye üzerinde zaman, zaman, keskin bir şekilde yaşamaktayız. AB faaliyetini açık cepheden değil, kapalı mevziden yapmaktadır. Ya AB’nin Cermen-Latin ittifakı çözülecek, Almanya sipsivri ortada kalacak ya da Anglo-Sakson-Yahudi ittifakı kırılma sürecine girecektir. Bugünkü Filistin’de yükselen ve dinmeyen kavga bunun ürünüdür...Şimdi iki kıtanın vuruşma noktasındaki Filistin toprağı ve insanı, her türlü depreme gebe...Bizim analizimize göre, görüntü ve bilgiler bu yönde. Bir tarafta Anglo-Sakson-Yahudi dayanışmasının kıtası, diğer taraftan Cermen-Latin ittifakının gelişen gizli AB kıtası. Bu kıtaların vuruşmalarının pozisyonu, buradaki depremin şiddetini ve kırılmanın boyutunu bize verecektir.” Tüm bu gelişmelerden sonra geçen ay yazdığımız, Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının bu bölgeyle ilgili birinci senaryosunu hatırlayalım: Bölgede Türk insanın etkisi ve yetkisinin azaltılıp dışlanması yoluna gidilecekti. Bu yolun köşe taşları Karadeniz’den Akdeniz’e bir yay çizecek şekilde oluşacaktır. Buna göre Karadeniz’in en doğu ucundaki Gürcistan, güneyindeki Ermenistan ve onunla sınırdaş olarak oluşturulacak olan Kürdistan ve Nihayet Siyonizmin tarihi hedefi olan Büyük Yahudi Devleti’nin sınırlarının Fırat’a ulaştırılmasıyla, kuzeyden güneye bu tampon ve sınırdaş ülkelerin birlikteliği meydana getirilecektir... Dikkat edilecek olursa Gürcistan ve Ermenistan sınırları itibariyle ortaya çıkmıştır. Bunlardan Gürcistan’a destek olunsun diye, Doğu Karadeniz’de Lazcılık-Pontusçuluk aldı başını gidiyor...Ermenilerin Azerbaycan topraklarında on sene önce neler yaptıkları hepimizce malumdur. Şimdi Türkiye üzerine dönmeyi bekliyorlar. Nasıl olacak bu iş? Batıdaki ağabeylerinin yardımıyla. Kürtlerin ise, gündemimize bir silah gibi, Batının ABD ve AB kesimlerince nasıl pompalandığı hepimizin malumudur. Güneydoğu kültürü diye, her gün televizyonlarda yapılanlar da, acaba neyin cabasıdır. Bunu da siz tahlil edin.
SENARYONUN IRAK AYAĞI
Şimdi bu birinci senaryonun Irak’a düşen kısmı, hepimizin malum olduğu üzere, Irak topraklarının üçe bölünüp, kısa vadede bir federasyon devleti oluşturmak şeklindedir. Buna göre Türkiye sınırından itibaren Kuzey Irak’ta bir Kürt bölgesi oluşturup, federasyonun kuzey ayağı böylece atılmış olacaktır. Bu ayağa, diğer sömürgeci gurup olan AB’de, yeşil ışık yakmaktadır. Sorun, ABD ile AB arasında bu Kürt oluşumunun, kimin kontrolünde olacağıdır. Kürt oluşumuyla orta vadede, Türkmenlerin tamamen ezilmesi ya da silinmesi sağlanacaktır. Ayrıca yine orta ve uzun vadede Kürt oluşumu: Türkiye, İran ve Suriye üzerinde siyasi basınç yapıp, bölgede yayılmak isteyecek, bu yayılmanın orta ve uzun vadedeki sınırları, İskenderun-Mersin-Adana hattına, Kuzeyi ise Ermenistan’a komşu olacak şekilde geliştirilmeğe, çalışılacaktır. Bu arada, Türkiye’de Kürt insanı olarak kendini niteleyenlerin bilhassa, İçel, Adana ve Hatay’a göç ettirilmesini kimin pilanladığı ya da pilanlattırdığı iyice incelenmelidir. Bu bölgedeki Kürt nüfusunun yaygınlaşmasını, yapılan legal ya da illegal eylemler ve seçimlerdeki Kürtçü partilerin oylarının incelenmesiyle de açığa çıkarılabilir. Türklere baskı unsuru olarak seçilen Kürtler, Suriye’deki ve Irak’taki Araplara ve İran’daki Azerbaycan Türklerine de aynı şekilde baskı unsuru yapılacaktır. İsrail’in bölgede kendisine en yakın müttefik olarak gördüğü, Kürtler eliyle, uzun vadede Fırat’a ulaşması ve Arapların tamamen etkisiz kılınması düşünülmektedir. Şu an için yetersiz Yahudi nüfusu, bunu da gerekli kılmaktadır. Yahudilerin bölgeye ilgisi konusunda, Aralık 2002’de, bu köşedeki yazımızla da, gazeteci Hulusi Turgut’un 1960 lardaki tespitini şöyle aktarmıştık: “Hollanda’nın Amsterdam şehrinde kurulmuş olan Kürt Cemiyeti’nin Başkanı Silvio Van Rooy başta olmak üzere üyelerinin büyük bir kısmı da Yahudidir. Acaba bu Avrupalı Yahudiler babalarının hayrına mı Kürt Cemiyetlerini kuruyor dersiniz? Yahudi, elini attığı işte menfaat görmese yanından bile geçmez. Yahudi’nin amacı, Araplarla Kürtleri birbirine düşürmek ve Orta-doğuda at oynatmaktır.” Bu bağlamda Irak’ın orta kesiminde oluşturulması düşünülen Sünni-Arap devleti tam anlamıyla kukla ve süslük bir devlet olarak pilanlanmaktadır. Aynı Ürdün’ün geçmişte oluşturulması gibi... Anglo-Sakson-Yahudi ittifakı eliyle, oluşturulacak olan bu maşa devlet, Ürdün’le de birleştirebilir ya da o oradaki hanedandan mensuplarından birisi de, bu devletin yönetim kademesine peş-keş çekebilir. Ne olursa olsun, zayıf pozisyondaki bu devlet, tam tamına İsrail’in dişine göre oluşturulacaktır. Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının Irak’ı bölmedeki üçüncü ayağı da, Güney Irak’taki Şii Devleti oluşumundan geçmektedir. Sözde oluşacak olan Şii devleti oluşumu da, dünyada siyasi anlamda (Afganistan-Çeçenistan-Dağıstan gibi...) palazlanmaya çalışan Vehabici Suudi Arabistan’ın önünü kesmeyi hedeflemektedirler.Anglo-Sakson_Yahudi ittifakının
bu durumunu gören Suudilerin, bir süredir malum ittifaka karşı ayak diretmeye çalışması, bunun sonucudur. Oluşacak olan Şii Devleti’nin İran’ın etkisi altına girmemesi için de, Farsçılığa karşı, Arapçılığı poh pohlamak hedefleri arasında olduğu anlaşılmaktadır. Tüm bu tamponlar oluşturulduktan sonra da, İran’ın parçalanması gündeme gelecektir. Bu durumda da, Fars ve Arap Şiilerinin birleşmesi pek mümkün olmayacaktır. Bu senaryoda görüldüğü gibi, Türkiye orta ve uzun vadede parçalanma ile karşı karşıyadır. Aynı İran Devleti ile Suriye’de, aynı akıbete düşürülecektir. Fakat süreci, hangi ülke önce yaşayacaktır...Türkiye falanca-filanca suçlamalarla, Kürtlerle ilgili olarak iç ve dış siyasi baskıya maruz kalacaktır. Suriye, doğu ve kuzeyden Kürt ve güney batıdan da Yahudi nüfuzu karşısında yıpranacak ve etkisini kaybedecektir. Doğaldır ki bu bir senaryodur. Her senaryo tutmaz; bu tutup/tutmama da Türk milletinin tavır ve davranışları çok çok önemli...Devam edeceğiz...
|