Milli Sıtrateji

 

Dr. Alptürk Ünlü  

Yeni ve Gizli SEVR -3-


Bakü-Erbil köprüsünün orta yerinde: Fuzuli Bizim bu köşedeki yazılarımızda farklı yaklaşım ve üslup olduğunu gören ve şahsımızı bilen arkadaşlardan bir tanesi de, Irak sorunu karşısındaki Bakü-Tebriz-Kerkük hilalinin, dünyaya hakim olan Anglo-Sakson-Yahudi ittifakı tarafından, henüz doğmadan yok edilmeye çalışılması olayını, ilk defa gündeme taşıdığımız ve Türk dünyasını uyarmaya gayret ettiğimizden dolayı teşekkür ediyordu.

Bu durumu, bölgenin hakimiyet boyutunda tarihsel geçmişini bilenler, tarihi analitik anlamdaki objektiflik düzleminde değerlendirenler ve bu coğrafyanın tarihsel birikiminin meydana getirmiş olduğu sosyo-kültürel yapısı açısından ilgilenenler için, bizim yaklaşımımıza ulaşmak çok kolaydır. Bu durum aynı zamanda, bölgede hakimiyet boyutunda etkin olmaya çalışan, emperyalist ülke teorisyenlerinin sürekli gündemindedir. Ayrıca, bu konuda dünyada düşünceler üretilmesine yol açan en önemli bölgelerindendir. Bizim düşüncemiz, laf olsun torba dolsun hikayesi adına değildir. Belirli bir diyalektik düşüncenin, günümüzün sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik gelişme ve çıkar verilerinin, jeo-sıtratejik ve jeo-politik anlamda değerlendirilmesidir. Aynı zamanda, tarihsel düzlem de esas alınarak, olayların incelenmesi ve yabancı ülkelerin bölgeyle ilgili hedeflerine dönük bazı faaliyetlerinin de tespit ettiğimiz somut verilerin ışığında gündeme getirilmesidir. Ülkemizde sıtratejist adıyla faaliyet gösteren insanların, bölgeye ve olaylara yaklaşımları genel itibariyle nasıl olmaktadır? Bunlardan bir gurubu, sahibinin sesi olarak ilgili emperyalist ülkelerin hedeflerini temel alıp hareket etmektedir. Dolayısıyla onların Erbil’li Türkle Bakü’lü Türk arasındaki coğrafyanın tarihsel özelliğini bilmediklerinden ya da efendilerinin dediklerinin dışında hareket edemediklerinden, objektif değerlendirme yapabilmeleri mümkün değildir. Onlar çıkarları ve beslenme kaynakları gereği, sığ denizlerde yüzmeye mahkum insanlardır; fakat acı olan milletimizden gasp ettikleri paralarla, bizim denizlerimizi de bulandırıyor olmalarıdır. Bir diğer gurup ise, belki ülkesini seven insan kümesinden oluşmakta; fakat onlar da, ışık olarak, dünya görüşü ve düşüncelerini ürettikleri kaynaklar olarak, sadece batıyı esas almaları sonucunda, bazı gerçekleri görme ve değerlendirme anlamında yaklaşımları, yeterli olmamakta; bu nedenle de Türk dünyasına dönük yaklaşım ve çözümler üzerine düşünce üretme zahmetine girmemekte ya da girememektedirler. Aslında bize göre, bu bölgenin hilali ilk kez 1918 sonbaharında kırılmıştır. Fakat Türk soyuna dayanan malum insanlar, bölge tabanında olduğu gibi duruyorlardı. Düşünce ufku komünizm uyuşturucusu ile dağlanmış olan ve Nazım Hikmet’in en yakın arkadaşı bulunan Vala Nureddin, 1920’de Bakü’de yaşadığı bir olayı hatıralarında şöyle yazmaktadır:
‘Bir gün, çoğunluğu Türk olan bir kahveye girdim Baku’da...Elimde Fuzuli divanı vardı. İçerdekiler Türkiyeli olduğumu anlayıp çevremi sardılar. Heyecanla soruyorlardı: Demek onların şairleri Fuzuli’yi öğrenmek istermişim? Yüzünden okumasını da bilir miymişim acep? Azeri şairi Fuzuli’nin adını biz, Osmanlı Türkleri arasında başka bilenler de var mıymış? Ünü İstanbul’lara ulaşmış mı? Ezber söyledim:
Menem ki kafile saları kervanı gamem
Misafiri rehi sahrayı mihnetü elemem
Hakir bakma bana kimseden sığınma kemem
Fakiri padişah asa gedayı muhteşemem
Eminim anlamadan dinlediler. Anlaşılmayan dualara amin diyen bir zavallı toplumun insanları oldukları için hallerini yadırgamıyorlardı. Bir Osmanlının, Azeri şairi Fuzuli’yi ezber okuyuşu onları gururlandırdı. Ağlaşarak boynuma sarıldılar. Nazım (Hikmet), bu maceram üzerinde uzun uzun düşünmüş, duygulanmıştı. Ama, Fuzuli de, başkaları da, Türkiye içi ve Türkiye dışı Türklerini manen bağlayacak, toparlayacak edebi çoban olabilir miydi?’
BAKÜ-ERBİL HATTINDA BİR DOĞUM GÜNÜ
Evet kısaca Türkiye’de Va-Nu adıyla da tanınan yazar bu yaklaşım içindeydi. Gelelim 1920 den 1995’e...Irak’ın Erbil şehrinde, 3 Nisan 1915 da doğmuş olan ve para geliri o bölgeye dayanan İhsan Doğramacı, belki de Türkiye’deki en meşhur Iraklı Türkmenler arasında sayılabilirdi. Eğer film ve seslendirme sanatçısı olan Sadettin Erbil’in oğlu Mehmet Ali Erbil olmasıydı. Neredeyse her gün televizyon kanallarına malzeme olduğunu gördüğümüz ve bu bağlamda iyi de para kazandığını tahmin ettiğimiz bu zatın, Türkmenlerle ilgisi sadece soyadından ibaret olsa gerek ki, ne o bölgeye bir selam, ne bir yardım, ne de bir ilgi gösterdiğini görmedik ve de duymadık; fakat aynı şahsın Yunan ve Rum şarkılarına ve insanlarına malzeme ve kaynak olduğunu televizyon ekranlarından bolca görmekteyiz. Bu şahsın menajeri bile, S.Pipis denilen birisi...İşte ey Türkler ve Türklüğünü zengin bir süreçte yaşamak isteyenler! Böyle şahıslara zenginlik kaynağı olmayınız. Olanlara gerçekleri açıklayıp uyarınız. Bunlara iş zemini olan, sermaye, basın ve Televizyonları boykot ediniz ve etmenin zeminini oluşturunuz. Çıkış ve yükseliş ancak bu çeşit diyalektiği anlamak ve kavramakla olur. Yürüdüğünüz ya da yürüyeceğiniz yolu bilmeden sözde aydınlık ufuklar gösterenlere de kanmayınız. Kısaca, önce gittiğiniz ve gideceğiniz diyalektiği biliniz. Yoksa rüzgar önündeki yaprak gibi sürüklenip gidersiniz. Halen gidişat ve durum ne yazık ki bu yönde... Şimdi Bakü-Erbil hattına dönük bir olay aktarmak istiyorum. Bundan sekiz yıl önce Bakü’de ilginç bir olay yaşandı. Bu olay, Irak Türkmenlerinden olan İhsan Doğramacının 80. Doğum gününün Kuzey Azerbaycan’da milli bir şenlik ve devlet töreni boyutunda kutlanmasıydı. Bu tören dil ve köken birliği olan, fakat siyasi birliği olmayan iki ayrı bölgenin bir kutlama amacı çerçevesinde, o ana kadar ki en önemli faaliyetlerinden birisiydi. Bu konuda İhsan Doğramacı’nın yakın bir arkadaşının kitabından aktarma yapacağız. İstanbul’dan giden :
‘Heyet aynı gün saat 17.30’da Haydar Aliyev tarafından Başkanlık Konutu’nda kabul ediliyordu. Bir saat süren töreni TV naklen yayınlıyordu. Doğramacı da bu olağanüstü jeste karşı Azeri şivesiyle ve irticalen Aliyev’e hitap etmeye başlayınca oradakiler, çok sıcak bir kaynaşma ile tek bir vücut haline gelmişlerdi. Konuşmalar artık karşılıklı espirilerle sürüyordu. Aliyev,’Sizin 80.yaş gününüzün Azerbaycan’da kutlamaktan çok bahtiyarız; siz gençsiniz; daha nice yıllar yaşayarak Türk Dünyası’na emeğiniz geçecektir.’ deyince, Doğramacı da, ‘Düz deyirsiz, men 40 yaşındayım, çünkü geceleri ömrümden saymaram’ diye cevap verdi. İkinci gün (...) Daha sonra Fuzuli’nin heykeline çelenk konuldu. Fuzuli meydanında büyük bir halk topluluğu vardı. Doğramacı bu halk kitlesi tarafından coşku ile karşılandı. Onların arasına karışarak Azeri lehçesiyle kalabalığın gönlünü feth eden sohbetlerde bulundu.(...) Aynı gün saat 11.00’de Doğramacı’yı ve Türkiye heyetini, hayatını Türkmen folkloruna hasreden Prof,Dr. Gazanfer Paşayev’in hazırladığı program bekliyordu. Azerilerin içeri şehir dedikleri Kerkük ve Erbil’in kale-içi mahallerini andıran ev karşımızdaydı. Ev folklora uygun bir biçimde dekore edilmiş, kapısına da ‘Irak Türkmen Ocağı’ levhası asılmıştı.(...) Başka bir köşede yine milli kıyafetler içinde bir musiki ekibi, Kerkük ve Erbil’in çok sevilen ‘Kalenin dibinde bir daş olaydım’ türküsünü seslendiriyordu.(...) Doğramacı bu ses, söz ve nağmelerle süslenmiş sahneler karşısında derin bir sessizliğe dalmış; anıların çağrısı içinde ruhunu dinlendiriyordu. Hepimizi büyüleyen bu coşkulu izlenimler onu alıp, yıllar ve yıllar ötesine götürmüştü. Bir an için çizgiler ve renkler buğulanmış bir sis perdesi içinde yer, gök, Kerkük ve Erbil oluvermişti. Doğramacı düşler alemindeydi; damarlarındaki kan nostalji olarak dolaşıyordu. Bu anlatılamayan, ancak yaşanması gereken bir mest oluştu. Gezimizin en anlamlı, en güzel bölümünü oluşturan sesler, nağmelerle dolu bu sahne, Türk Dünyası’nın bir tek yürek olarak çarptığını kanıtlıyordu.(...) Buram buram kardeşlik ve içtenlik havası estiren bu sahne, Doğramacı’yı iyice coşturmuştu.(...) Bir TV muhabiri hanım yaklaşarak şu soruyu yöneltti:‘İkinci Vatanınız Azerbaycan’da, 80. Doğum yılınızın kutlanmasını nasıl karşılıyorsunuz?’ Doğramacı şöyle cevap verdi: ‘Bir kere Azerbaycan menim ikinci vetenim değildir. O menim iki vetenimden biridir. Öz vetenimde doğum günümü kutlamam kadar da tabii bir şey olmaz.’(...) İhsan, Azerbaycan halkı ile, Türk Dünyası Halkları ile Türkiye insanı arasında bir sevgi ve saygı köprüsü oluşturmuştur.’ (...)İhsan’ın Azerbaycan’da olağanüstü bir yakınlıkla ve sıcaklıkla kucaklanması, Türk Dünyası kültürü açısından bir kaynaşma, ülkemiz için de bir gurur konusudur.’ Prof. Eldar Salayev, Dağ dağa, kale kaleye, Dicle Hazar’a, Erbil Bakü’ye kavuşuyor. Bence bu gelişten sadece mekanlar kavuşup kucaklaşmıyor, aynı zamanda günümüzde,geçmiş tarih kavuşuyor.(...) Bir zamanlar Türklüğü, öz şiiri ve öz sözüyle Fuzuli birleştirdi. Şimdi Türk dünyasını İhsan Doğramacı bayrağı ve imzası, saygısı ve sevgisi, sihri ve sıcaklığı birleştirir.’
Evet hatıralarda çizilen tablo ilginç değil mi? Hangi açıdan derseniz? Dicle nehrinden Hazar denizine, Erbil şehrinden Bakü şehrine uzanan yol adına derim...Fuzulinin şiirlerine dek, insanlar tek yürek olabiliyor derim...Görüntüdeki durum bu; fakat gerçekte bir Türk tabanı var ki, tavandaki insanlar dahi nostaljik ve gösteriş boyutunda ve hatta işin eğlence tarafında hareket ediyorlar. İhsan Doğramacı gibi, hayatı boyunca bir eli yağda, bir eli balda olmuş bulunan ve Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının şirket ve kuruluşları ile içli-dışlı geçmişi olan bir kişi, acaba günah mı çıkarıyordu? Ya da laf ebeliğinde torba mı dolduruyordu? Ya cenap Haydar ve yoldaşları!..Onlar da kırk yıllık KGB birikimlerini Kerkük-Gence hattına feda mı etmişlerdi? Yoksa Anglo-Sakson-Yahudi ittifakına karşı başka türlü bir mesaj mı veriyorlardı. Ben ikincisi olduğunu değerlendiriyorum. Bizim bu örneği vermemiz, bölge için böyle bir Türk tabanı olduğunu göstermek ve düşüncelerimizi bazılarının daha kolay anlayabilmesini sağlayabilmektedir. Eğer siz, böyle bir güce, faaliyetleri açık, net, berrak ve ter temiz olan insanlarla doğru bir maya çalarsanız, elbette sadece gönüllerde ya da hayallerde değil, ufukta da bir oluşuma sebep olur, yeni bir bölgesel anlamda da olsa Türk siyasi geleceğine yol açarsınız. Yoksa batıdaki korku, bunun olası oluşumunun korkusu mu? Evet bütün kalbimle söylüyorum, korku bunun korkusudur. Bu korkunun oluşturduğu bu bölge için oluşturulan senaryolar vardır. Birinci senaryo: kısa, orta ve uzun vaade de, bölgede Türk insanının tamamen dışlanması, etki ve yetkisinin yok edilmesi ya da en alt noktaya indirilmesi üzerinedir. Anglo-Sakson-Yahudi ittifakınca bu senaryodaki uzun vadede Türkler tamamen devre dışında etkisiz ve yetkisizdir. Şu ana kadar ki sürdürülen ana düşünce, yani 1991’de dondurulmuş olan düşünce buydu.
SENARYOLAR
Evet birinci senaryoda Türklere verilen görev; Kuzey Azerbaycan’ın Ermenistan saldırganlığına uğramış/uğratılmış, en az bir milyon Azerbaycan Türk insanının toprak ve mülkiyet anlamında büyük sorunlara düşürülmesi olmasıdır. Halen de bu sorunlar en üst seviyede yaşanmakta, bu senaryo olduğu sürece de yaşayacaktır. Bu senaryonun Anglo-Sakson-Yahudi ittifakı tarafından gündemden alınmaması durumunda, Ermenilerin gasp ve cinayetleri, dünya kamuoyunun önüne geniş bir cepheden getirilmeyeceği gibi, Kuzey Azerbaycan’ı demogojik laflarla uyutacak ve uyuşturacak cenaplar, akrabalar ve diktatör geçmişli ve gelecekli yöneticiler, sürekli iktidarın en tepesinde tutulacaktır. Nerede ABD’nin istediği demokrasi? Bu tip ülkelerdeki iktidarda kalmanın bedeli, bölgede hissedar pozisyonuna sokulan Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının petrol kartellerinin yoğun para sağlamasının etkisiyle olmakta ve de o iktidarların sürdürülmesi de, bu koşullarda devam da etmektedir ve de öyle devam edecektir. Aynı şekilde bir örnek verecek olursak, Azerbaycan’da malum ve siyasi açıdan kaşarlanmış iktidarların ceplerine para olarak giren gücün bedeli, Azerbaycan insanının doğal kaynaklarının adı geçen petrol devlerine peşkeş çekilmesini doğurmakla sonuçlanmaktadır. Bu çeşit siyasi durumun ve bu bölgenin evrensel sömürü boyutunun, başka türlü izahı da yoktur. Hatta süreç içersinde Azerbaycan’daki Türklük kimliği ve değerleri elden geldiğince en alt seviyeye indirilmeye çalışılacak, bunun için de Azerbaycancılık adına, var olan sahte ve ölü doğmuş değerler de yükseltilecek, o ülkedeki küçük azınlık mensupları da, bu yükseltmede kendileri ve efendileri açısından tarihsel görevlerini yapacaklardır.
Buradaki amaç, elbette var olan enerji kaynaklarının kullanım pozisyonundan, bilinçlenme olasılığı olan bir Türk dünyasını uzak tutmaktır. Bu bağlamda Türkiye ile olan zemin ve ilişkilerin de en alt seviyeye indirilmesine çalışılacaktır. Türkiye Türkleri ile Azerbaycan Türkleri için ortak noktaların bulunmasından ziyade, var olan farklılık ve değerler daha da kaşınacak ve biz Türkiyeli Türkler olarak soruna çözüm bulamazsak, belki de bu durum iki taraf adına bir yara haline getirilecektir.Güney Azerbaycan’daki Türklerle, Kuzey Azerbaycan’daki Türkler arasındaki farklılıklar da, sürekli gündemde tutulup, her zemin ve durumda bir duvar gibi o bölgedeki Azerbaycan Türklerinin önünde yükseltilmeye çalışılacaktır. Bunun için Anglo-Sakson-Yahudi ittifakı, Kuzey Irak’taki olası bir Kürt devleti oluşumunu sağlamadan İran rejiminin üstüne gitmeyeceği gibi, kuzey ve güney arasındaki yaklaşık birkaç yüz yıllık siyasi kopmayı da kültürel ve dini anlamda da pekiştirmeye çalışacak ve de Türklük esasına dayanan milli kimliği sürekli geri pilana çekecek ve de çektirecektir.
Yine ABD ve şürekasınca, Kuzey Azerbaycan’daki Rus etkisi ve ateist-komünist geçmiş, güney için itici hale sokulurken, bu iticiliği daha da artırmak için, Türkiye’den de bazı Sünni cemaatlerin Kuzey Azerbaycan’da konuşlandırılmasını teşvik etmekte ve de edecektir. Ayrıca Güney Azerbaycan’daki Farsçılık, sürekli Türklüğün önünü siyasi ve kültürel anlamda tıkaması için teşvik edilecek ya da var olan birikimsel faaliyete açıkça göz yumulacak ve kuzeydeki yeni oluşumlar, güneye bir olumsuzluk ve çelişki gibi gösterilirken, kuzeye de güney adına aynı şeyler uygulanacaktır. Irak’taki Türkmenler de, Kürtlerin gölgesine sokulup varlığı ve güçleri yok sayılmaya çalışılacak, bu insanların Türkiye Türkleri ile Güney Azerbaycan Türkleri arasındaki siyasi ve kültürel ilişkileri, araya Kürt Devleti kurularak ya da kurdurularak coğrafyanın jeo-politik azizliğine uğratılmaya çalışılacaktır. Bu bağlamda Türkiye’de belirli kesimlerce ( Elbette o kesimdekilerin arkasındaki parasal güçlerin nereye uzandığını tahmin ediniz.) yükseltilmiş olan siyasi, kültürel hedefler, uzun süreçte, Kürtler arası genişleme ve de uluslar arası sermaye tarafından genişletilme şeklinde yansıtılacaktır. Bu da bölgedeki Türk coğrafyasının, jeo-politik ve jeo-sıtratejik anlamda, dar bir alanda hareket kabiliyeti sınırlandırılmış olarak, tarihe mal-edilmeye çalışılmasına yol açacaktır. Aynı Balkanlarda doksan yıl önce yaşandığı gibi...
Bu senaryo da, Almanya ve Fıransa’nın dünyaya ortak açılımları, bu kadar hızlı ve çabuk üstelik de pervasız olabileceği hiç hesap edilememişti. Anglo-Sakson-Yahudi ittifakına göre: Orta-Asya ve Kafkaslar’da ortaya çıkan yeni Türk devletlerinin gözleri açılmadan, jeo-politik sorunlar halledilmeli ve sonraki süreçte de güç ve hedef çıtaları yükselen AB’nin azgınlaşan o malum iki üyesiyle uğraşılmalıydı.Fakat bugün Anglo-Sakson-Yahudi ittifakıyla AB’nin Latin-Cermen kanadının büyükleri olan Almanya ve Fıransa’nın mücadelesi, artık her alanda ve her yerde, had safhaya doğru çıkmaktadır. Irak sonrası bölgenin haritasının çizilmesini arzulayan Anglo-Sakson-Yahudi ittifakına karşı gelişen bu süreçte, NATO’nun konumu da tekrar gündeme gelmiş/getirilmiştir. Buna göre önümüzdeki süreçte NATO’nun varlığı tartışılabilir hale gelebilir. Malumdur ki Fıransa’nın lakabı horozdur. Acaba bu horoz, Almanların itmesiyle erken mi öttü? Yaşayarak göreceğiz. Irak aslında Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının yeni süreçler için yeni sıtratejiler üretmek zorunda kalacağı bir yokuş yol olarak belirmiştir. Bu belirmede AB içindeki Almanya-Fıransa ikizlerinden başka Yeşil kuşak teorisinden gelişip beslenen kişi, kurum, kuruluş ve devletlerin de, ışığa koşan böcekler gibi AB ittifakına doğru yön değiştirdikleri görülmektedir.Evet bir ara ‘Medeniyetler Çatışmasını’ ya da ‘Dinler arası Çatışmaları’ ön pilana çekerek hedef saptıran Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının Sami ırkına dayanan bazı teori ve düşünceler üreten elemanlarının amacı, ufukta görünen ve AB ile gelişecek olan sıcak kavganın görüntüsünü başka başka hedefler göstererek dağıtmak idi. Bunun içinde öncelikle zavallı Müslümanlar seçilmişti. Çünkü onlara göre, pisliğin kaynağı olarak Müslümanlar gösterilirse, AB üyeleri de bir ölçüde istim üzerinde oturacak, Yahudiler’de Filistin’de rahatlayacaktı. Bunun için daha önce Amerikan pazarlarında yetişen pıratisyen uşaklar öne cepheye sürülecekti. Usame bin Ladin bunlardan sadece birisiydi. Fakat tüm bu uyduruk ve hedef saptırıcı teoriler de işe yaramadı. AB’nin bu mücadeleyi ABD’ ne karşı daha sert bir pozisyonuna sokmasının altında, elbette bazı faktör ve dengeler vardır. Bunlar arasında Yeşil Kuşak adına İslamcı geçinenlerin, yeşil dolarlardan vazgeçerek AB’nin parası olan öroların gölgesini vaha olarak seçme çabaları da bu kapsamda düşünülmelidir. Ayrıca eski süper güç Rusya ve sayısal güç Çin ile pek çok Arap ülkesinin de olaya muhalif olması, bazı dengeleri tamamen alt-üst etmiştir. Eğer ABD ve şürekası, bölge Türklerini aynı 1920’ deki gibi, devre dışına atarlarsa, kendileri 1920’de Kuzey Azerbaycan’dan, 1979’da İran’dan ve 1957’de Iraktan defedildiklerinden de beter olup, yeni tarihi süreçlere gebe kalmaya da hazır olmalıdırlar. Senaryoya devam edeceğiz.




www.ufukotesi.com - 03 / 2003  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.