Düşün/ce

 

Olcay Yazıcı  

‘Elem verici’ değinmeler


Beynimde ve kalbimde ‘elem verici’ izleri kalan bazı ‘kısa değinmelere’ yer vermek istiyorum bu yazıda.Yo, hayır; ‘sevgili okuyucularım!’ diye başlamayacağım söze. Çünkü, biraz kibirli, biraz bencil, biraz üstünlük taslar bir üslûp olarak görüyorum bu ifade tarzını.

‘İnsan’ olmanın fizik ve metafizik güzelliğiyle donatılmış bir şahsiyeti, (benim) ‘okuyucum!’ diye tanımlamak; onu ‘sayı’ derecesine indirgeyerek, kategorize etmek, ona bir ikincil(!) statü belirlemek hiçbir yazarın hakkı ve haddi değil! Çok saygısızca buluyorum bu ifadeyi. Sanki, ‘onu okumakla şereflenmiş okuyucu’, eğer onu okumasaymış, esamisi okunmayacakmış. Hadi oradan zıpır, sen de kim oluyorsun?

Üstün beyinler, kemâle ermiş erdemli kişiler ve gerçek münevverler, bu ‘kibir gayyasına’ asla düşmez. Bu, eksiklik ve eziklik psikolojisini yansıtan ‘sahiplenme’ densizliğine kapılmaz. Bu tutum, sefil bir durum sergilemektir. Yetkinsizlik belirtisidir. Hafifliktir.

“ELEM” VERİCİ BİR DURUM
Şüphesiz, ‘kalemle’/yazı, düşünceyle/‘elem’ arasında ezelî, ebedî ve edebî bir ilinti var.
Dostumuz, arkadaşımız sayın İskender Pala, ‘divan’la, ‘Dîvan’ı karıştıran, köksüz ve öksüz okuyuculara, bu mecazlar/mazmunlar/semboller dünyasının kapısını aralamada büyük bir gayret sergileyen; dîvan edebiyatına yeni açılımlar kazandırarak, onu genç nesle tanıtan bir isim.
Pala, yakın bir zamanda ‘Dîvan Edebiyatına olan borcunu ödemek üzere’ bir yayın evi kurdu. Adı: “L&M”(Sözde Leylâ ile Mecnûn’u sembolize ediyormuş.)

Açıkça ifade edeyim ki, bu ismi duyduğumda, aynı zamanda büyük bir ‘elem’ duydum.
Nedeni, dîvan edebiyatı gibi mânevî-mistik-tasavvufî bir dünyayı sembolize eden ve Leylâ ile Mecnun hikâyesinden/efsanesinden/menkıbesinden esinlenen bir yayın evinin, bizden iki harfi arasında, bu ‘gâvur işareti’nin işi ne Allah aşkına! Hele, bu dünyayı hepimizden iyi tanıyan, yıllardır o kaynaktan ‘beslenen’ İskender Pala, bunu nasıl, önce bu ulvî âleme, sonra da kendine yakıştırır?

Doğrusu ben yakıştıramadım ve yadırgadım. (Hani, bıçkın tiplerin, ‘Lâz Malborası’ dedikleri L&M marka sigara var ya. Onun gibi bir şey. Hiç yakışık kalmıyor. Dünyada eşi-benzeri bulunmayan bu sanatlı, teşbihli, istiareli söyleyişler, mânevî/mâveraî mazmunlar âlemi, gâvur sigarasına verilen ad derecesine indirgenebilir mi?

Hem aşkın (öte) bir dünyanın estetik özgünlüğünden söz edecek, hem de onu bir gâvur işareti ile mimlendireceksiniz. Olacak şey değil. Aklım, havsalam almıyor. Estetik idrakim, geleneğe saygılı beynim ve hatta millî onurum isyan ediyor. Olmaz böyle şey diyor, medeniyet perspektifine sahip, şahsiyetli bir münevvere yakışmaz bu!

Tabii ki, art bir niyet olduğunu imâ etmiyorum. Asla, dostumuzu gücendirmek niyetinde değilim. Fakat cidden elem duyuyorum. Hem şuurumu, hem de medeniyetime olan hürmetimi yaraladı bu işaret. Buna kimsenin hakkı yok.

Söz konusu şirket, gömlek ya da iç çamaşırı firması değil ki. Hiçbir kültür, medeniyet, gelenek, gelecek kaygısı duymadan; içinden geldiği ve popülizmin/sürüm tekniklerinin gerektirdiği gibi davranasınız. Üstelik siz ‘prof’sunuz. Dil şuuru, medeniyet şuuru, geleneğe saygı hissiyatı, herkesten çok sizde gelişmiş/yerleşmiş olmalıdır. Çünkü siz toplumda misalsiniz, modelsiniz. Hoca böyle yaparsa-Allah korusun-yarın bir gün üniversite talebeleri de, modaya uyarak Kelime-i Tevhit terkibinin açılımını ‘Allah&Muhammed’ şeklinde yazmaya kalkarsa, ne olacak?

Hiç kimse, ‘yapmayın, olayı bu kerte büyütmeyin canım; bu çok küçük, çok masum bir işaret’ diyemez. Çünkü, çoğu zaman küçük bir işaret/sembol, bütün bir medeniyeti temsil eder. (Ve siz hangi medeniyete mensupsunuz diye sorarlar adama?)

FUZÛLİ’NİN İNCİNEN RUHU
Sonradan zorlama ve eğreti bir yorumla, L ile M’nin İngilizce okunuşundan mülhem(!) bu iki harfe ‘elem’ benzetmesi yapıldı. Oysa bu ‘el-em’ in (dikkat bir ıstılah/sıfat mânâsı söz konusu değil burada. Sadece (E)L ve (E)M harflerinin gâvurca okunuş biçimi bu. Yani bu ‘el-em’in bizim ‘elemimizle’ uzaktan yakından hiçbir alâkası yok.

Afişlerinde, “Edebiyatın olduğu yerde elem vardır!” serlevhasını/sloganını kullanıyor sayın İ. Pala. Oysa, kültürümüz açısından, asıl bu (&) (karmaşık şeytan bacağı) işaretin olduğu yerde, o müstesna güzellikteki, mistik edebiyat için elem vardır/keder vardır/kahırlanma vardır. Ve hatta elemden ötesi esef vardır. Üzüntü vardır. Yazıklanma vardır.
Burada herkesten ziyâde, mistik âşkın evrensel sembolü olan Leylâ’nın, Mecnûn’un, Fuzûlî’nin ruhu incinmiş, derin bir elem duymuştur. El-em değil, ‘elem’, bizim olan ‘elem’.

‘Acaba ben mi çok çağ dışı, çok konservatif kalıyorum’, diye kendi kendime sormadım değil? Üzüntümü test etmek için edebiyat-sanat mahfillerinde hadiseyi dile getirdim. Kültür, medeniyet ve gelenek endişesi duyan herkes, benim gibi düşündüğünü, olayın gerçekten ‘elem verici, talihsiz bir durum’ olduğunu ifade etti. Sayın Pala’nın, bu ortak elemden’/bu ortak endişeden haz duymayacak kadar hassas olduğuna inanıyorum.

Sayın Pala’nın ve benim de kitaplarımın yayınlandığı yayın evinde de aynı muhabbet oldu. Bu tavrı yadırgadığımı söyledim ve ‘sizce normal bir şey mi, ben mi aşırı alınganlık gösteriyorum?’ diye sordum. Yayın evi yöneticisi Erol Kılıç Bey, ‘hayır’ dedi, ‘sen haklısın. Onu herkes, özellikle de okuyucularımız çok tenkit ediyor.’

VAV’IN GÜNAHI NEYDİ?
Tesadüfe bakınız ki, Türk-İslâm estetiğinin ustalarından Prof. Dr. Zeki Kuşoğlu hoca da oradaydı. Konuyu ona da açtım. O da, bu yabancı işaretin dîvan edebiyatı gibi mücerret bir dünyanın mânâ ve ehemmiyetine yakışmadığını dile getirdi ve dedi ki, ‘bana söyleseydi, L ile M arasına konulmak üzere, ona çok güzel bir vav yapardım.’

Neticeyi kelâm, ağyarı anlıyor da, dostu/bizden olanı anlamıyor insan? Medeniyet şuuru, medeniyet onuru bir v harfine kadar münevverin alâmeti farikası/hassasiyet sahası olmalı. Değişeceğiz, ama ‘kendimiz kalarak’ değişceğiz. Virgülümüzden, noktamıza, çizgimizden vav’ımıza kadar biz kalarak. Yoksa ötesine, ‘yozlaşma ve yitme, kimliğini kaybetme’ denir.

“KIZIL RÜZGÂR”IN HIZIYLA
‘Kızıl Rüzgar’, şair-yazar Ekrem Kaftan’ın yeni romanının adı. Bir tesadüf eseri, isim babası olduğum kitap. Ekrem’in, “Sabiha” (bu ismi hiç tutmadığımı, çünkü bana İ. T.’in ‘Sabuha’ şarkısını hatırlattığını ve fazla arabesk kaçtığını kendisine söyledim) isimli bir ‘gençlik romanı’ yazdığını ve onu yayınlatmak üzere olduğunu söylediği günlerde, bilgisayar ekranında müthiş görüntülerle hadis-i şerif meâlleri yer alıyordu. Yoldan sapanlardan, haddi aşanlardan ve onlara verilecek ağır cezadan söz eden bir hadisti bu. ‘Onların üzerine kızıl bir rüzgâr göndeririz!’ meâlinde bir hadis. Bu satırları okur okumaz, estetik bir coşkuyla ve yüksek sesle: ‘Kızıl rüzgâr! Müthiş bir söyleyiş. Ne güzel roman ismi olur bu!’ dedim.
Ekrem Kaftan hemen atıldı:
“Tamam Olcay ağabey” dedi, “teşekkür ederim. Bu ismi benim romana verelim. Müsaade edersin değil mi? Hem senin de bir katkın olur. Romanın isim babası olduğunu basına da bildiririz.”
Doğrusu, bu ismi kendim (herhangi bir kitabımda) kullanmak isterdim. İçim cız etse de, hayır olmaz diyemedim. Ekrem’i gücendiremezdim. Buna hakkım da yoktu zaten. Böylece ‘Kızıl Rüzgâr” ortaya çıktı.

İyi de, romanda ‘kızıl rüzgâr’ denecek bir esinti/iz/imaj var mı? diye sordum.
Roman kahramanı kızın fettan ve kızıl saçlı, kiraz dudaklı olduğunu söyledi Ekrem. Ufak tefek rötuşla romanın bu isme uygun hale gelebileceğini belirtti.

Şunu biliyordum ki, sırf isminden dolayı bile olsa, roman mutlaka ilgi görecekti. Romanın bir ‘gençlik/deli-kanlılık’ dönemi çalışması olduğunu, yer yer erotik, hatta müstehcen sahneler ihtiva ettiğini ise çok sonra, roman yayınlandıktan ve ben romanı okuduktan sonra fark ettim. Bu ‘şeytansı’ figürleri ve nefsanî esintisiyle, kızıl rüzgâr ismi romanın muhtevasına (içimizde bir şeyleri, kutsal yasakları, sabırla direnişi yıkıp deviren bir âfet anlamında da) uygun düşmüştü gerçekten.

GÜLDÜREN İRONİ
Bu ön bilgiden sonra, esas meseleye, “Kızıl Rüzgâr” romanına dönersek. Daha önce şiir ve roman sahasında dikkat çekici çalışmalara imza atan Ekrem Kaftan, bir gençlik heyecanı olarak 10 sene önce ve 25 yaşlarında iken-biraz da maddî mecburiyetten- kaleme aldığı bu cesur deneme, ilginç olduğu kadar ironik bir yapıya da sahip.

Zaten, Ekrem Kaftan’ın kişiliğinde ve gündelik yaşantısında da, bu ironi sıkça kendini gösterir. Romanı okuduğunuzda, sanki Ekrem Kaftan’la uzun bir yolculuğa çıkmış ve ondan hayatın komik yanları hakkında parodiler/espriler dinlemiş gibi oluyorsunuz. Kitabı okurken, Ekrem’in varlığını hep yanı başınızda hissediyor, âdeta onunla konuşuyor, onunla gerçek hayatta olduğu gibi kahkahalar atıyorsunuz. (Parasızlıktan kantine kadar düştük çay için/Çayları daha önce Rize’den mi getiriyordunuz? S.37-Canını yolda mı buldun, diye sordu/Hayır, oltayla denizden tuttum! S.200-Beyninin suyunu çıkarmak istercesine kafasını sıktı! S.209)

Tabii ki, roman sadece bir komedi kitabı değil. Bir âşk hikâyesi. Bir ergenlik serüveni. Bir ‘yasak elma trajedisi.” Shakespeare’in, ‘kadın, senin adın zaaf!” dediği, hepimizi kuşatan bir nefis macerası. Aşk ile arzu, istekle-günah korkusu arasında sınanmak. Zaman zaman da, ahlâkî endişe sansürünü kırıp, nefsin isteklerine yenilme durumları anlatılıyor. (Pek değerli şeylerini kendisine verebilecek kadar, hazır ve nâzır bekliyordu Sabiha. S.198)

Yerleşik kalıpların dışına taşma. Kendimizle olduğumuz zamanlardaki gibi (günahkâr ama samimi) olma. Dizginlenmez arzuların cereyanına kapılma. Ardından pişmanlık, nedâmet, üzüntü; esef, bağışlanma dileği. Fakat nefsin yeni tuzakları karşısında direnç gösterememe ve yeniden yenilmeler/yeniden haddi aşmalar serüveni.
Günahın dayanılmaz, ertelenmez, karşı çıkılmaz çağrısı, ateşli dâveti, yakıcı cazibesi. İnsanın imtihan için geçirildiği bir tür ‘yeryüzü sıratı.’
Zaman zaman sınırları zorlasa da, yalansız, tabii bir yönelme bu. Herkesin/hepimizin, günahla-pişmanlık arasındaki insanoğlunun zaafı. Âdem ile Havva’dan beri sürüp gelen kadim macera: Kadın ve erkek ikilemi. Kadın ve erkek arasındaki azaplı, amansız çekme ve itme merkezi. (İki kız kardeşe aynı anda âşık olmanın ne (nasıl bir şey) olduğunu düşündü bir an. S.159)

Tabii ki, roman sadece bir ‘gençlik âşkı’, dizginlenmez ‘deli-kan’ akışı ekseninde sürüp gitmiyor. Arada zaman zaman değme romancıları aratmayacak sosyal, psikolojik çözümlemeler; kültür, medeniyet tartışmaları; nefis ve hesap verme muhasebesi/murakabesi; olanla, olması gereken; cinselliğin cazibesiyle, şeytanın oyunu, buna karşılık ruhun saf ve erdemli olma arzusu, iç içe geçmiş. Bilinen şairlerin mısraları, kimi zaman cümlelere kahramanın kendi sözü gibi yansıtılıyor: (Siz kanlı bir şafakta yepyeni bir dünya hediye eden çil horozlar olmalısınız. S. 209) Satır aralarına, yer yer tarihî göndermeler, dinî semboller/işaretler serpiştirilmiş. Erhan (gerçekte Ekrem) kimi zaman, Sabiha’yı usandıracak/çıldırtacak derecede uzun fikrî yorumlara, sosyal izahlara girişiyor.

KIZIL RÜZGÂRA KAPILMAYIN
Her ne kadar, intihar islâmda yasaklanan bir eylemse de, romanın dizginsiz, iç güdülerinin emrinde bir hayat yaşama arzusuyla tutuşan ve ‘kızıl/yakıcı bir rüzgâra’ kapılan bayan kahramanı, sanki ‘yaptıklarının cezasını burada/dünyada görür gibi’ şaşırtıcı bir finalle intihar eder. Böylece dolaylı yoldan, ‘suç ve ceza’ dengesi kurulmaya çalışılır.

Yazar bu trajik sonla, okuyucuya (özellikle genç, deli-kan okuyucuya) her ne kadar nefsin arzuları güçlü ise de, hayatın sonu vahimdir ve kurtuluş arınıştadır, demek ister. Size, denenmiş, tecrübe edilmiş bir hayat sunulmaktadır. Bundan ders ve ibret alın denilmektedir. Tabii ki, eleştirel bir açıdan, ters kutuptan baktığımızda, bu ‘açık sahnelerin’ ibret ve ders olmaktan ziyâde; özenilen, tatbikine kalkışılan bir ‘hayat pratiğine’ dönüşme ihtimali/tehlikesi daha ağır basıyor. En azından göz ardı edilemeyecek bir sosyal realite olarak karşımıza çıkıyor.

Romanda dil, üslûp ve gramer hataları var. Tam oturmamış, aceleye getirilmiş; titiz bir redaksiyon yapılmamış. Bize göre yazar, eğer sabırlı olsa, yazılanları bir müddet bekletse; üzerinde düşünse, elese/eleştirse, değiştirse daha güzel olabilirdi. Bana göre acelecilik, edebiyatta affedilemez bir acemiliktir. Bu tuzağa düşmemeli. (Sordum, romanı bir kerede yazmış ve üzerinde hiç değiştirme yapmamış.) Üstelik de, 25 yaş ürünü. Şartlar göz önünde bulundurulursa, roman için başarılı bir çalışma denilebilir.

Şunu belirtmek gerekir ki, Ekrem Kaftan’ın romancı yönü, şairliğinden bir adım önde. Edebî çalışmalarını bu tür üzerinde yoğunlaştırsa, okuyucu şenlikli ve keyifli eserler okuma imkânına kavuşacak.

“ATEŞ GÜZELİ”NİN ESRARI
“Ateş Güzeli” ise Özcan Ünlü’nün yeni şiir kitabı. Açıkça belirtmek gerekir ki, bu kitap Özcan’ın şiir dünyasında, söyleyiş biçimi, yoğunluğu, metafiziğe uzanan muhtevası ve acı çekmiş insan edâsıyla öne çıkan, dikkat çeken bir çalışma.

Şiir bir şuur ve idrak işidir. Onun ırmağı derinden akar. Şiir yazmak, -küçük çocuklar gibi-kâğıttan bir kayığı plastik teknede yüzdürmek değildir. Büyük gemilerle fırtınalı denizlere açılma cesareti/yürekliliğidir. (Mumdan bir gemi ile ateş denizinde yol almaya benzer!)
Şiir sözü, şiir cümlesi (mısra) beynimizi ve yüreğimizi sarsacak derecede etkili olmalıdır. Öyle ise şiirdir. Değilse, değildir!

Çünkü, şiir fikrî, estetik ve poetik bir ilim sanatı/sanat ilmidir. Her ilmin olduğu gibi şiir ilminin de, vazgeçilmezleri, olmazsa olmazları vardır. Siz bunları es geçerek, ‘ben yazdım olda’ diyemezsiniz. Derseniz, gerçek sanatkârlar/seçkinler tarafından kâle alınmazsınız; entelektüel edebiyat mahfillerinde esaminiz okunmaz. Hatta alay konusu bile olursunuz. Kendinize ve edebiyata yazık edersiniz.

Evet, bu şiir kitabı (tabii ki, eksikleriyle birlikte) şairin şiir serüveninde sevindirici bir merhale. İşte şiir burada, bu uğultulu/ürkütücü vadide; bu sırat köprüsünün üstünde. Bu azaplar çarşısında. Sıradanlıklar, sığlıklar, sınanmayan (bırakılmış kimlikler) çarşısında değil.

ELİM BİR ÖLÜM
Onunla, Kültür Dünyası dergisi vasıtasıyla tanışmış ve kısa zamanda dost olmuştuk. Kültürün, çilesi çekilmiş tefekkürün, şiir ikliminin Erzurum cephesini oluşturan nâdir kişilerden biriydi Nazir Akalın.

Hemen her gece beni evden arıyor, dergi için önerilerde bulunuyor, övgüleri iletiyor ve yeni yazarlar kazandırıyordu bize. Yazılarını, şiirlerini yayınlıyordum. Hatta “Ayın Şairi” olarak dergide kendisine geniş bir yer ayırmıştım.

O günlerde, Türk şiirinin aksakalı ve yüzakı Bahaeddin Karakoç ağabey, sanıyorum 15. Dolunay Şiir Şöleni için bizleri Kahramanmaraş’a çağırmıştı. Her şeye karşı durabilir, mazeret uydurabilirsiniz ama Bahaeddin ağabeye karşı asla! Bu şevkle, düştük yollara. Bir şiir okumak için 15 saatlik yolun kahrı çekilir mi?, demeyin. Bu bir âşk meselesi. Hele bir aşık olun da görün, mesafe mefhumu nasıl yitirir manâsını?

Yüz yüze, bu şiir şöleninde tanıştık taşralı entelektüel arkadaşla. Bizden biriydi. Kavruk ve hüzünlü. Anadolu insanı gibi yani. Otogar camiinde birlikte bir ikindi namazı kıldık. Namaz dönüşü, dost ve sıcak bakışlarla gözlerimin içine baktı. Bana, benden bir iki mısra okudu:
“Hayal, gül esintisi ve ipek dokunuşlar/Yüreğim daralıyor: âyet okuyun kuşlar!”
Ben şaşkınca gülümserken, o son mısraı sanki yüreğindeki sıkıntının şerhini bulmuş gibi tekrarladı: “Yüreğim daralıyor: âyet okuyun kuşlar!”

Ne güzel bir söyleyiş, der gibi baktı yüzüme. Ne yazık ki, ilginin estetik planının ötesine nüfuz edememiş, bu içli/kırık/yanık delikanlının “yüreğinin cidden daraldığını” derinden kavrayamamıştım. Şimdi filmi geri sarıp başa alınca ve o sahneyi yeniden yaşayınca iç çağrıyı, sözün esrarını, azabını kavrıyorum. Ama artık çok geç!

Evet, şair ve yazar Nazir Akalın, artık aramızda değil. Fırtınalı bir hayatın acı dalgalarına yenik düştü. Trajik ıstırabı, dalgınlığına; dalgınlığı, ölümüne sebep oldu. Hayatının baharında, daha 38 yaşındayken kahırlar dünyasına vedâ etti. Hem de ‘elim bir kaza’ ile. Kırıkkale’de evinin yakınından geçen soğuk trenin altında kalarak. Sonsuzda birleşecek rayların üzerine uzanıp, ‘bir kış karanfili’ gibi ‘ıstıraba bıçak saplayıp, yüreğini kanatarak’ göçüp gitti bu dünyadan.

Kültür Dünyası’ndan ayrıldıktan sonra beni aramadı diye kendisine gücenmiştim. Ortak dostumuz Hasan Akçay’a, devrisi seneki Dolunay Şiir Şöleninde şikâyet ettim onu. Aramıyor, sormuyor dedim. (Nazir gelmemişti) Meğer ki, ağır bir kahır içindeymiş. Zor bir imtihandan geçiyordu. Okuldan atılmış. İşsiz kalmış. Onuru yaralanmıştı. Perişandı. Üstelik içinden çıkılmaz karmaşık düşünceler içindeydi. (Şimdi öğreniyoruz)Yakın dostları pek vefakâr ve fedakâr çıkmamıştı.
Hayatın en azap verici kılıcı, işsizken saplanır insanın yüreğine. Çok zordur ona direnmek, yıkılmamak. Hele de, biri altı yaşında, ötekisi daha bir aylık iki minik yavrunuz varsa ve siz ‘çaresiz bir baba’ olarak ortalıkta dolaşıyorsanız.
‘YAŞAMADAN, YAŞAMAK’
İnsanın, insanlığı, dostun dostluğu, dünyanın gerçek çehresi, düşün/ce anlaşılıyor. Eğer bir yeryüzü cehenneminden söz etmek doğruysa, o budur işte!
Necip Fazıl’ın deyişiyle, insan, Allah’tan başka, “hiçbir dayanak ve sığınak olmadığını” böyle zamanlarda daha derdinden kavrıyor.
Nazir’e sahip çıkamayan ihmalkâr dostların şimdi yapacağı tek şey var, acılı bir anaya ve iki yetim yavruya kol/kanat germek. Yoksa, hiçbiriniz/hiçbirimiz insanız diye ortaya çıkamaz!

Kendisine, Allah’tan rahmet ve bağışlanma dileyerek, sözü, onun mısralarıyla noktalayalım:
”Bir şair daha öldü, yaşamadı yaşarken/Şiirleri sarılı kanayan kurdelaya!”


www.ufukotesi.com - 01 / 2003  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.