Düşün/ce

 

Olcay Yazıcı  

Şahsiyetli bir duruş


Küreselleşme, tarihin sonu, medeniyetler çatışması gibi fikrî kaosun içinden sıyrılıp; can sıkıcı, ruh bunaltıcı bu çağın rutini dışına çıkacak ve bir insanlık ütopyası, bir insanlık düşü kuracağım. Kısaca, bir millete onur ve kıymet kazandıran temel değerlere işaret edeceğim. Biricik meselemiz, yeryüzü coğrafyasında ve medeniyetler havzasında ‘kendimiz olarak, şahsiyetimizle/vakarımızla ayakta durabilme meselesidir’ de ondan.

Gündelik, konjonktürün kaotik atmosferinden bir kaçış denemesi olacak bu. Doğrudan siyaset yazısı olmayacak. Ne gidenlere ağıt yakacağım, ne gelenlere övgü dizeceğim. Mühim olan ‘Dört-beş yıllık iktidar saltanatı” değil, binlerce yıllık sağlam/sarsılmaz medeniyet duruşudur. Şu iyi biline ki, rüzgâra göre yön değiştiren, ‘yeltek ve hercaî’ kimliklerle ‘çetin yollar aşılmaz!’

Kalabalıklara sahip olmakla, uluslararası arenada saygın olmak aynı şey değil. ‘Ebed müddet idealini’ ve devletin sürekliliği ilkesini muhafaza etmek kaçınılmazdır. Kişi ya da toplum, ‘kendiliğini’ yitirdikten, baskın kültür içinde eridikten sonra, maddî olarak gelişse ne yazar, gelişmese ne yazar? Evet, her türlü gündelik icraattan önce acilen yapılması gereken, bu kimlik ve ‘duruş’ sorgulamasıdır.

İRADE KAYBI
Tabii ki aşımız, işimiz, özgürce yaşama alanımız, inanç hürriyetimiz, sosyal güvencemiz, demokratik haklarımız olmalı. Yalnız, ‘Refah seviyesi yüksek, fakat şahsiyet seviyesi alçak!’ bir ‘çok gelişmiş kitle(!)’ durumuna düşmemek için, evvel emirde, bizi diğer milletlerden ayıran özelliklerimizi/kültür değerlerimizi koruyup, yaşatmalıyız. Özgünlüğümüzü muhafaza etmeliyiz. Aşırı ‘yılık’ ve ‘uyuşumculuk’ sonunda, önlenemez bir “abuli”ye (irade kaybına) yol açar!

‘Şahsiyet mührü’ ve uzun süreli insanlık durumlarıdır önemli olan. Siz eğer fiziğiniz ve metafiziğinizle (beden ve ruh terkibi) sağlam bir duruş, sağlam bir irade, sarsılmaz bir kararlılık, onurlu bir tavır, millî bir müktesebat elde edebilirseniz/edebilmişseniz; o zaman üst gelmenin ya da altta kalmanın fazla bir ehemmiyeti yok.

En evvelinde belirtelim ki, ‘medeniyetler çatışması, tarihin sonu ve küresel kardeşlik’ falan gibi tezler, ilmîlikten uzak fasarya faraziyesidir. Neden mi? Gayet açık: Bir kere medeniyet dediğin ‘ötekiyle’ çatışmaz; buluşur, tanışır, varsa ruhundaki mücerret enerjiyi karşı tarafa iletir. Silah zoruyla değil, kâlb yoluyla yapar bunu. (Adeta tezi doğrulansın diye, 11 Eylül senaryosu kurgulanan Huntington, bu karşı çıkışımızı nasıl karşılar acaba? Muhterem, meş’um savında, içinde Amerikan medeniyeti de bulunmak üzere ‘Batı medeniyetinin düşmanı’ olarak, İslâmiyet’i ve diğer Doğu mistisizmini gösteriyor. Yani din dışı medeniyetin, din fobisi. Madde medeniyetinin, mânâ korkusu. Korkmak ve düşman kesilmek yerine, o mücerret âlemi tanımaya yönelse, çatışma yerini barışa bırakacak. Ne var ki, bu bir nasip işi!)

DÜNYANIN SONU
Hele de, “Tarihin Sonu” hikâyesi, tam da gülünesi bir çağdaş bilimsellik(!) örneği. Tarihin sonu ne demek, ne saçma, ne absürd bir sav; ne temelsiz, ne tutarsız bir argüman/iddia. Hani ‘dünyanın sonu’ denilse anlaşılır da, tarihin sonu olur mu be fikir fukarası? Tarih, ancak insanlığın sonu ile hitama erer.
Bunun adı da, hem fizik, hem de metafizik literatürde ‘kıyamettir’, ‘tarihin sonu’ değil. İnsanlar yaşadıkça ve dünya var oldukça değişim, dönüşüm, mânevî arayış devam edecek. Bu serüvenin sonu yok. Çünkü kâinatta sürekli devinim var. ‘Oluş’, olup bitmişliği değil, ‘oluşmakta olanı’ ifade eder. Tabii ki, seküler/lâdini kafa, bu ‘kevn’ (mevcudiyet) ve ‘kevneyn’ (iki âlem) ilmini idrak edemez. Onun ‘kozmolojisi’, ulvî oluşlar karşısında âciz kalır.

Hayat, canlı/dinamik organizmayı ifade eder. Canlı olmayan organizma da, bilindiği üzere ‘ölü’ demektir. Siz tarihi sona erdirmekle, bütün insanları ve beraberinde insanlığı; insanın bıkıp usanmadan iyiyi, güzeli ve âlî olanı arama serüvenini bitirmiş oluyorsunuz. Faraza yani. Yoksa siz kim oluyorsunuz da, bu aşkın/öte oluşa sınır ve ‘kader’ çizeceksiniz?

Biz de yıllardır şu Batılıları aklı başında adamlar sanırdık. Böyle saçma bir fikir, 21. yüzyılın ilmî/sosyolojik/stratejik tefekkür aşaması diye bütün dünyaya nasıl takdim edilebilir?

SAHTE CENNETLERE VEDA
İnsan beyni her gün, bin âlemden, bin âleme göçer. Sürekli seyir ve oluşum halindedir. Böyle bir insan, böyle bir insanlık, sözde liberalizmin kendisine sunduğu ıvır zıvırla yetinecek; hoşnut olacak, kendini huzurlu ve mesut hissedecek; ‘yer yüzünde cenneti bulmuş gibi’ sevinip, mutlu olacak ve zamana, tarihe (Goethe’nin Faust’u gibi) ‘dur’ diyecek; dur, çünkü işte yüzyıllardır özlediğim, arzuladığım, peşinde koşmaktan yorulduğum/yıprandığım yaşama biçimi bu! Ötesinde, cennet olsa istemem!

Tarih bitti. Artık, ne sömüren olacak yeryüzünde, ne sömürülen. İnsanlar, üzerlerine Fukuyama toprağı serpilmiş gibi, sulh-ü salah içerisinde sonsuza kadar yaşayıp gidecek öylece(!)

Bu saçma tez, düşüncenin binlerce yıllık gelişme çizgisini bir anda dumura uğratacak, semavî dinlerin/kutsal metinlerin, binlerce tarih kitabının yazdıklarını hafızadan silecek ve ‘vatansız, küresel vatandaşlar’ bu zokayı hiçbir sorgulamada bulunmadan yutacak, öyle mi? Hadi canım sen de, Fukuyama! Zırvalama!

KÜRESELLEŞME MASALI
Ya küreselleşme ‘masalına’ ne demeli? Sahi hep aklıma takılıyor, neden sonu “leş” hecesiyle bitiyor bu kelimenin. Küresel-leşme, (ve dahi sakın ola kutsalın dışına itilip, seküler-leşme!) sanki “canlılığını, özgünlüğünü, yerli ve ulusal kimliğini, folklorik renklerini, kendiliğini kaybetme!”, hayatiyetini muhafaza et, “leş”leşme emir kipiyle, alttan alta insana müthiş bir uyarıda bulunuyor mezkur kavram.

Kavramın cafcaflı çağcıl söyleniş biçimi, sömürünün süslü çehresi. Zehir eski zehir (niyet eski niyet) fakat gösterişli, parıltılı, yanıltılı bir kâsede sunuluyor. Yerseniz tabii ki! Yok, karnım tok, almayayım derseniz, bu sefer size aba altından sopa (pardon, şehre sürülen tankların namlularını) gösterirler.

Ve dahi derler ki, “olur mu dostum, siz bu çağa yakışmıyorsunuz. Nedir o yerellik, millîlik falan? Eski düşüncelerinizi, eski kimliklerinizi atın; şahsiyetinizi ve haysiyetinizi değiştirin. ‘Büyük şefe tâbi olun ve kurtulun(!)

Eğer siz bize yakınlaşmaz iseniz, sizi, bize dönüştürmeyi biliriz. Çünkü küreselleşme ile uslanmayanın hakkı kötektir. Bu evrensel hükümranlık, yönetme ve sömürme projesine; bu yeni kolonyalizm dalgasına direnir ve bir şahsiyet performansı/yeniden kendi kimliğiyle dirilme emaresi göstermeye kalkışırsanız, sonunuz Bin Ladin’den bin beter olur. Küresel etik(!) neticede ‘küresel tetik metodu’ ile alemşümul hâle gelmektedir. (Samuel P. Huntington’ın ‘Medeniyetler Çatışması!” dediği gerçek bu olmalı?)

İMHA MEDENİYETİ
Uluslararası tahkim de bu yolda ve bu yönde hüküm vermiştir. Hüküm ne ki zaten? Kanun da, yargı da benim. Çünkü ben, ‘imha medeniyetiyim!’ Uygarlaşmayanın/uysallaşmayanın gözünün yaşına bakmam!

Bu çağın, bu üslubun, bu stratejinin silahı, puslandırılmış kavramlar, dumanlanmış beyinler, bulandırılmış muhakeme yeteneğidir. Biz, ‘değişim ve dönüşüm’ adı altında ‘şahsiyetini eski bir palto gibi çıkarıp’, çağdaşlık askısına asmaya çoktan hazır ‘içi boş kimlikler’ üretiriz.

Zaten yeterince “sindirilmiş”, “bastırılmış”, “kıstırılmış” ve derisi yüzülmüş koyun gibi kızılağaca asılmışsındır. Artık bundan sonra (saman dolu vagonda ırzına geçilmiş masum bir kız edasıyla) çaresiz/çıkışsız, küresel trene eklemlenir gidersin, gitmez de vahim bir akıbete sürüklenirsin! Bu trajik yolculuğun ne yazık ki geri dönüşü yoktur!

Kendi duru ırmağının, yokuş yukarı çıkan hür/serâzât sazanı iken; küresel efendinin arka havuzunun sinik, ürkek sümüklüböceği gibi yaşamaya başlarsın. İffeti karşılığında, lüks hayata kavuşan pavyon yosması gibi var olmaya, yaşamak denirse eğer.

EFSANENİ HATIRLA
Evet, çok acıklı bir hikâye. Çok dramatik bir final. Eşkin atlar gitti, elde kaldı paslı bir nal. Artık, “atlarının nal sesiyle zamanı şimşeklendirip, dünyayı titreten millet” efsanesi mazinin puslu dehlizlerinde kaldı.
Yine de, yenilgiyi ‘kaçınılmaz küresel bir kadar’ gibi kabullenme. Uyan, silkin, sisleri dağıt, efsaneni hatırla ve küllerinden diril. Eğer sen efsaneni hatırlamaz isen, çok uzak olmayan bir gelecekte, tarih seni hatırlamaz olacaktır.

Ne mazisi? Ne efsanesi? ‘Küresel beyin’, bütün eski kıymetlerini küreyip, uçuruma atan, kendisine sunulan ‘sahibinin sesi şarkılarını’ yüksek sesle ve ‘alçak bir edâ’ ile dillendiren beyin(siz) demektir.

Zihninizde bir dehşet panoraması çizerken, trajik bir ironiye sığındığımın elbette farkındasınız. Ne yapayım, gittikçe kızışan bu ‘sosyal öfke’, bu ‘millî isyan’ dalgası/depremi karşısında ıstırabımı dindirmek için elimde kalan son şans bu: Hınca ve hicve sığınmak. Bir ateş denizinde yunmak/yanmak gibi bir şey.

Bir rüzgâr esiyor ülkemizde son günlerde. Fakat sevinsek mi, üzülsek mi belli değil. Çünkü bu rüzgâr ‘Allahûekber dağından’ değil, daha çok ‘Gâvur dağından’ esiyor sanki. Yeterince yerli ve bizden değil. Öyle bir rüzgâr ki, ‘kendini var eden kaynağın’ arzu ve isteklerine ters yönde hareket ediyor. ‘İçbükey’ değil, ‘dışbükey’ bir rüzgâr. ‘Kıbleden’ değil, ‘küffar yönünden’ esiyor ve bin umutla yeşermeye durmuş gök-ekinlerimizi tehdit ediyor.

UÇURUMA BAKAN ADAM
Bekliyorduk. “Bekleyin, gelecektir, solmaz-pörsümez yeni!” demişti şair. Biz de ümitlenmiştik. İyiye, güzele yürüyecektik. Kendimiz olacaktık. Kendimiz kalacaktık. Oysa bu özleme/bu kararlılığa giden yoldaki uçurum günden güne açılıyor.

“Uçuruma bakan adam sonunda uçurum olur!” der Nietzsche. Böyle bir endişe var içimizde. Adımını ağyara göre atan adamın da, sonunda ağyara dönüşmesinden korkulur. Çünkü o veciz ifadeyle: (Onlar gibi olmadıkça, sizi asla aralarına kabul etmezler!) Umarız, bu-zoraki- ‘referans değişiminin’ neticesi, ülkemiz için elem verici boyutlara varmaz.

Uçuruma köprü kurmak ve onurlu vadiye, ‘temiz beldeye’ geçmek varken, kendimiz gönüllüce uçuruma açıldık! Beyinlerimiz ve gönüllerimizde kapanmaz fay hatları oluştu. Sosyal uçurum, toplumsal uçurum, kültürel uçurum derken, şimdi de küresel uçurum bizi yutmaya hazırlanıyor. Sofistike bir ikilem içindeyiz. Avrupa’ya yaklaşmakla, kendimizden uzaklaşmak arasında çetin bir imtihana/tercihe zorlanıyoruz.

Tutunacak bir dal, bir ‘makam’, ‘bir merci’ arıyoruz. Kanatlanıp kendi ülkemize ve kendi ülkümüze (bu kavramı, işportaya düşürülmüş hâliyle karıştırmayınız sakın!) varmak istiyoruz. Geldiğimiz bu evrensel uçurumun kenarından silkinip, “geri dönebilir miyiz?” bilinmez. Fakat biliyoruz ki, ‘bilinmezi bilen’ ve beşerin ‘menfaat hesabını/hîlesini bir silen vardır.

Bu kaosun içinden çıkabilmemiz için ve insanımızın saadete ‘öz kimliğine’ ulaşabilmesi için, ‘medeniyetinin kimyasını’ yeniden keşfetmesi ve o ‘âlî terkibe’ kavuşması gerekir. Kuşatmadan çıkışın başka yolu yok.

Beşerî sitemler dünyaya ‘âdil bir nizam’ veremediği gibi, asırlardır insanlığa büyük acılar çektirdi. Artık hâlâ mı iman etmeyecek ve ‘cinnet çağı’ndan, asrı saadete/’cennet çağına’ dönmemek için Firavunca inat edecek, ‘zulmün devamı için’ direneceksiniz?
Hiçbir dünyevî ve maveraî müjdesi/vaadi kalmayan bu İblis çağdan (onca kan, gözyaşı, ıstırap, kahır ve çığlığa rağmen) hâlâ kim ne bekliyor?

Sözde ‘yeni fetihler, yeni açılımlar, yeni kazanımlar’ için, koşusuna çıktığınız dünyanın geçmişini ve ‘hâkimiyet paradigmasını’ yeterince biliyor musunuz? Öte yandan, kendisinden uzaklaştığınız medeniyetin ruhundan/irfanından haberdar mısınız? Neyi geri itip, neyi öne aldığınızın, neyi ‘gizleyip’, neyi ‘aşikâr’ ettiğinizin idrakinde misiniz? Tercihinizin ve ‘ötelediğinizin’ metafizik sonuçlarını karşılamaya hazır mısınız? Bu referans değişimi/‘orijinden sapma’ sizi ve ülkeyi nasıl bir akıbete sürükleyecek, bu konuda derinlemesine kafa yordunuz mu?
Başlangıçta iyi niyetlerle, ulvî ideallerle belirlenen, ‘ara statünün’, ileride ‘ömür boyu statü’ haline dönüşme ihtimaline/tehlikesine karşı herhangi bir önleminiz var mı?

Maksadımız bu ‘karmaşık’ suallerle sizi bunaltmak değil, sadece kalbinize ‘mistik bir endişe’ düşürmektir. Çünkü, önemli olan, yaşantımız hakkındaki ‘son hüküm’dür! Sapmadan, eğriler çizmeden ‘dosdoğru yol üzere olmaktır!” (Bundan ötürüdür ki, tasavvuf terminolojisinde bu ‘samimi/sağlam duruş’, önemine işaretle, ‘ol ya da öl!’ emriyle çerçevelenmiştir.

‘Yeni bir dünyanın’ peşinden koşmak, mâziyi inkâr ve vahye dayalı medeniyet nizamının iflasını(!) ilân etmek demektir. Bu ‘dehşetengiz vebal’ altında ezilmeden, ayakta kalabileceğinizden emin misiniz? Bu ‘değişim ve dönüşüm sapmasının’ size yükleyeceği ağır sorumluluğun idrakinde misiniz?

Biliniz ki, takiyye (imaj kaydırma) sizi asla ‘onurlu vadiye’/esenlik yurduna ulaştırmayacaktır. Bu riski göze almaya hazır mısınız? Eyleminizi, bütün buutları ve sonuçlarıyla meşru kılacak, ‘çağdaş icâzetiniz’ var mı? Yoksa ummana atılmış çürük tahtalar gibi, şuursuzca mı hareket ediyorsunuz? O zaman vay halinize!..

“BEKLEYİN, BİZ DE BEKLİYORUZ!”
‘Şahsiyetini bulmak’ ve ‘sahih insan olmak’ yerine; bu ‘hüzün verici komik görüntüye’ devam mı edeceksiniz?
Eh, o zaman söyleyecek fazla bir şey yok. Yaratan, her şeyi özetlemiş: “Bekleyin..Biz de bekliyoruz!”

Yine de, bu kahredici manzaraya bakıp, yılgın ve ümitsiz olmamak gerekir. Çünkü, yüzyıllık ‘bozgun senaryolarına’ rağmen, insanımızın özündeki cevher/kutlu maya daha yüz yıllarca yaşayacak kudrettedir.

Asıl trajedimiz, yönetme erkini elinde bulunduranların, özüne yabancılaşıp, şahsiyet kaybına uğraması; ‘otantik ruh kökünden’ kopuk olması ve bundan ötürü de, ‘onurlu bir medeniyet duruşu’ gösterememesidir.

Biz, millet olarak, ‘Kerim devletten’ yanayız, ‘küresel tirandan’ yana değil. Erdemli/onurlu duruştan yanayız. Parya statüsü bize gelmez. Vatanın aslî unsuru biziz; ayrık, yaban kim oluyor? Onun için, inanıyoruz ki, “Keser döner sap döner/Gün gelir hesap döner!”



www.ufukotesi.com - 12 / 2002  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.