Aykırı Bakış

 

Dr. Yusuf Gedikli  

Bırakalım millet istediği gibi soyunsun, bırakalım millet istediği gibi giyinsin


Son günlerde TBMM başkanı Bülent Arıncın baş örtülü eşiyle birlikte cumhurbaşkanımızı uğurlaması ve karşılaması, baş örtüsü tartışmalarını yeniden alevlendirmiş bulunmaktadır. Bunun üzerine cumhurbaşkanımız sayın Ahmet Necdet Sezer, 24 kasım 2002’de Öğretmenler Günü münasebetiyle verdiği demeçte, “mesele bitti” demesine rağmen meselenin bitmediği, bizzat cumhurbaşkanımızın demeciyle sabittir. Zira bitseydi böyle bir demece ihtiyaç kalmayacaktı.

Bizim hatırladığımıza göre baş örtüsü meselesi 1980’lerin başından itibaren Türkiyenin gündemini işgal etmeye başlamış ve maalesef gittikçe müzminleşerek artık bir sorunsal (puroblematik) haline gelmiştir.

1950-70 ARASINA TARİHİ-SOSYOLOJİK BAKIŞ

Sorunun arka pilanını irdelemek sorunun kendisini anlamamızı kolaylaştıracağından, tarihi-sosyolojik bir tahlil denemesi yapmak zaruridir. Böylece “mesele eskiden yoktu, sonradan çıktı” tezini anlamak daha kolay olacaktır.
Türkiyede sivil toplum 1950’de demokrasiyle ve demokrasiyle paralel giden ekonomik gelişmeyle orantılı olarak kendisini göstermeye başlamıştır. 27 mayıs 1960 ihtilalinden sonra devam eden ekonomik gelişme ve 1961 anayasasının geniş hürriyetçi yapısı sivil toplumun devlete baskısını arttırmış, devlet de rey kaygısıyla milletin isteklerine pirim vermiştir. Dolayısıyla halk 1950-70 arasında kabuğunu çatlatmaya başlamıştır.
1970-80’ler ise sivil toplumun devlete baskısının en üst noktaya çıktığı yıllar olmuştur. Bu on yılda Türkiye anarşik olaylarla çalkalanmış, devlet otoritesi hemen hemen hiç mesabesine inerek sıfırlanmıştır.
Bu vaziyet 12 eylül 1980 ihtilaline kadar sürmüştür. İhtilalden sonra yapılan 1982 anayasasının bir çok maddesi daha sonraki iktidarlar tarafından değiştirilmiştir.
İşte baş örtüsü milletin devleti etkilemeye başladığı 1950-70 arasında sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel gelişimle paralel olarak meydana çıkmıştır.

BAŞ ÖRTÜSÜ SORUNUNUN EVVELİYATI

Baş örtüsü sorununun devletin gündemine girmesi 1980’li yılların başında sayın Kenan Evrenin devlet ve cumhurbaşkanı olduğu yıllarda başlamıştır (Kenan Evren kasım 2002’nin ikinci yarısında Kıbrısta “sonradan verilmek üzere fazla toprak alındığını” söyleyerek tekrar gündeme gelmiştir. Evren, bu fikrini 1990’ların başlarında Milliyet gazetesinde yayımlanan hatıralarında da dile getirmişti). Devletin en üst noktasındaki kişinin böyle basit bir meseleyle ilgilenmesi, toplumda huzursuzluk ve çatışmalara meydan vermiş, laik-anti laik cepheleşmesine, giderek 28 şubat 1997 sürecine varmıştır.

BAŞ ÖRTÜSÜNÜN LEHİNDE VE ALEYHİNDE HUKUKİ ÇÖZÜM DENEMELERİ

Evrenin müdahalesi üzerine mesele baş örtüsü terimi yerine türban teriminin getirilmesiyle puroblem çözülmeye çalışılmıştır. Devletimizin en çok dikkat ettiği şeylerden biri şeklî batıcılık olduğu için, Fransızcadan alınan turban (türban) kelimesi (aslı Farsça tülbend kelimesidir ve Fransızcada “sarık, Hint sarığı” anlamına gelmektedir) batılı bir giyim tarzı olarak kabul edilerek meselenin halledileceği sanılmıştır.
Ancak tabii ki şeklî bir çözüm, özde bir çözüm sağlamadığı için mesele devam etmiştir. 1983-89 arasında iktidarda olan Turgut Özal hükümeti, milletin bu husustaki his ve düşüncelerine uygun olarak baş örtüsü veya türbanı serbest bırakan iki kanun çıkarmıştır. Fakat çıkarılan kanunların ikisi de Anayasa Mahkemesinden geri dönmüştür. Yanılmıyorsak Anayasa Mahkemesi ikinci kanunu görüşmeye lüzum bile hissetmemiş, birinci kanun için verdiği kararın geçerli olduğunu belirtmiştir.
Mesele 1990’lı senelerde idare mahkemelerine intikal etmiş, bir çok mahkeme baş örtüsünü serbest bırakmasına rağmen, üst mahkemeler alt mahkemelerin verdiği kararları tasdik etmemişlerdir. Puroblem hakkında Danıştayın da zannederiz 1998’de verdiği bir yasak kararı mevcuttur. 1998-2002 arasında Genelkurmay Başkanımız olan Sayın Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu da Danıştay kararından sonra sorunun bittiğini söylemiştir.

SORUN HAKİKATEN BİTTİ Mİ?

Cumhurbaşkanımızın 24 kasım 2002’deki beyanatında olduğu gibi bilhassa üst düzey yetkililer, meselenin hukuki olarak bittiğini söylemişlerdir. Ancak en başta da söylediğimiz gibi bizzat bu beyanatlar, meselenin halledilmediğini ortaya koymaktadır. Yani kısacası ortada bir mesele vardır. Ortada bir mesele varsa, bu meselenin halledilmesi de lazımdır. Aksi takdirde puroblem devam edecek, toplum ufak meselelerle enerji ve zaman kaybedecek, huzursuzluk artacak, neticede ne devlet, ne taraftarlar ve ne de muhalifler bir şey kazanacaklardır.
Özetle mesele hukuken bitse de, fiiliyatta bitmediği için toplumda huzursuzluklara sebebiyet vermiş ve siyasilerin istismarına yol açmıştır. Nasıl ki Marlboro sigarası yasaklansa, Marlboronun kaçakçılığı başlayacaktır; tıpkı onun gibi baş örtüsü yasak olduğu için meselenin istismarı başlamış, oportünist ve Makyavelist bir siyasetçi yandaşlarına “rektörler size selam duracak” diye seslenebilmiştir. Kimi vatandaşlarımız meseleyi bu siyasetçinin demecinin ve istismarının başlattığını söylemektedir. Bahsi geçen siyasetçinin bu demeci neticeyle ilgilidir, sebeple değil. Yani mesele var olduğu için istismarı yapılmıştır. Bu husus gözden kaçırılmamalıdır. Yoksa mesele bu demeçle başlamamıştır. Lakin mesele bahis mevzuu siyasetçinin beyanlarıyla iyice tahrik edilmiştir.
Başka partiler de “baş örtüsü mecliste çözülür”, “ürkek değil, erkek parti” gibi beyan ve suloganlar kullanmıştır. Halbuki popülizm için ve sırf oy almaya yönelik olan benzeri beyanat ve suloganlar kullanılırken biz, Özalın kanunlarının Anayasa Mahkemesinden nasıl geri döndüğünü bildiğimiz için, yakın çevremize meselenin hukuki bir çözümünün olamayacağını ısrarla söyleyip duruyorduk (Cumhurbaşkanımız da 24 kasımdaki beyanatında aynı şeyi vurgulamıştır).

FERT VEYA ÖZEL HUKUK AÇISINDAN BAŞ ÖRTÜSÜ YASAĞI

Evvela şunu söyleyelim ki, özel hukuk açısından, fert hukuku açısından, hatta toplum hukuku açısından baş örtüsü yasağının savunulabilir bir yanı yoktur. Zira 18 yaşını bitiren her genç bayan istediği gibi giyinme hakkına sahiptir. Baş örtüsü yasağını savunabilmek için, üniversitelerde tek tip elbise uygulamasına geçilmesi tatbik etmek lazımdır. Böyle bir şey de yapılamayacağına göre göbeğini açan kızımızın yanında, başını örten kızımız da olacaktır. Şurasını da bilmeliyiz ki baskı yaparsak, insanları kendimizden ve düşüncelerimizden daha fazla uzaklaştırırız.

O HALDE MESELE NASIL ÇÖZÜLEBİLİR?

Yukarıda söylediklerimizden ve cumhurbaşkanımızın da verdiği beyanattan meselenin hukuken çözülemeyeceği anlaşılmıştır sanırız (Biz hukukçu değiliz, bu hususta sadece dış görünüşe göre karar veriyoruz). Zira yukarıda da dediğimiz gibi Türkiye, şeklî şeylere çok önem veren bir devlettir. Ancak meselenin de çözülmesi lazımdır ve bu, hukuken mümkün değildir.
Bu vaziyette hiç bir şekilde kanuni bir düzenlemeye gitmemek lazımdır. Zira anayasa değiştirilse bile, mesele hukuki pilanda yine halledilemeyecek, aksine çıkacak kırizler ülkemize maddi ve manevi açıdan pahalıya mal olacaktır. Öyleyse böyle bir yola hiç tevessül etmemek, hatta lafını bile etmemek lazımdır.
Bizce yapılacak şey, baş örtüsünün üniversitelerde fiilen ve tamamen serbest bırakılmasıdır, yani yasağın pıratikte uygulanmamasıdır. Tabii ki bunun için üst düzey devlet yetkilileri arasında bir uzlaşmaya gidilmesi şarttır. Devleti idare eden büyüklerimiz bu işi bir an önce halletmelidir. Son seçimler de göstermiştir ki, millet böyle bir uzlaşmayı ve hal yolunu beklemektedir. Söz gelişi bir oyasunum (referandum) yapılacak olsa, çıkacak sonuç bellidir. Aksi takdirde huzursuzluklar devam edecektir.
Bu çözüm şeklinde kanun mevcut olacağı için her hangi bir tehlike vukuunda hemen harekete geçilebilecektir.

YASAĞIN UYGULANMASININ MAHZURLARI

Tarihte dinî müsamaha bakımından en çok övünmesi gereken milletlerden biri Türklerdir. Mesela Uygurlarda Maniler, Budacılar, Şamanlar, Hıristiyanlar bir arada pek güzel yaşıyordu. Hazar Türklerinde Müslümanlar, Yahudiler, Hıristiyanlar, Şamanlar; Hindistandaki Babür devletinde Müslümanlar, Zerdüştiler, Brahmanlar, Hindular tartışmasız, sürtüşmesiz mevcut olmuştur. Tarih diğer Türk devletlerinin hiç birinde her hangi bir dine baskı yapıldığını yazmamıştır. Osmanlılardaki müsamaha da bütün dünyanın kabul ettiği bir husustur. Bir tek Türkiye Cumhuriyeti laik kuruluşu, fakat aşırı laik uygulamaları sebebiyle bir istisna teşkil eder. Biz bunun farkındayız ve buna karşı da değiliz. Fakat baş örtüsü yasağı veya Antalyada vali kanalıyla oryantalin yasaklanması veya Metin Bostancıoğlunun “dinî bir çağrışım yapıyor” gerekçesiyle hoca, vatan, istiklal kelimelerini men etmesi, 2002 yılındaki Türkiye Cumhuriyetine hiç yakışmamaktadır.
Baş örtüsü ve buna benzer yasaklar devletimizi milletimizin gözünden düşürmektedir. Biz 28 şubat sürecinden sonra halk arasında ordu ve devlete karşı olan sevgi ve saygının büyük bir erozyona uğradığını müşahede ettik. Devlet mühim bir müessesedir. Zira dünyada bir çok milletin devleti yoktur. Devletlerin gelişip yaşaması çok mühimdir. Lakin devletler de balığın suda yaşaması gibi milletlerde yaşar. Devlet millete saygı göstermeli, millet de devletini sevmelidir. Aksi takdirde kaybeden hem devlet, hem de millet olacaktır.
Türk insanı ABD üniversitelerinde, Avrupa üniversitelerinde, diğer ülke üniversitelerinde serbest olan baş örtüsünün, ezici çoğunluğu Müslüman olan kendi ülkesinde serbest olmamasından haklı olarak yaralı ve kırgındır. Tamam, Türkiye devleti bir İslam (din) devleti değildir, lakin Türkiye memleketi bir İslam memleketidir. Kâhir ekseriyeti Müslüman olan bir memleketin kızı, kadını kendi ülkesinde başını örtemesin de nerede örtsün? ABD’de mi, Yunanistanda mı, İsveçte mi, İrlandada mı?
Kimi çevreler baş örtüsünü “bir bez parçası” olarak vasıflandırmaktadır. Ancak baş örtüsü “bir bez parçasıysa” üzerinde niçin bu kadar durulmaktadır? Demek ki mesele “bir bez parçası değil”, bir inanç meselesidir ve devletler de, insanlar da, kurumlar da inançlara saygı göstermelidir.
Gerçi Türkiyede şeriat isteyen çevreler vardır. Bu inkâr edilemez bir gerçektir. Ancak böyle bir girişimin başarılı olması hiç bir surette mümkün değildir. Zira kamu oyu nasıl ele geçirilecek, yüksek yargı organları nasıl ele geçirilecek, üst düzey makamları nasıl ele geçirilecek, hepsinden önemlisi ordu nasıl ele geçirilecektir? Hulasa korkmak için bir sebep yoktur. Zaten demokrasilerde kuvvetler ayrılığı pirensibi bu tür diktatörlükleri engellemek için konulmuştur.

YASAK TÜRKİYENİN DÜNYADAKİ İMAJINI DA BOZUYOR

Baş örtüsü yasağı dünyayı, bilhassa batılıları bir yönden sevindirmekte, bir yönden de güldürmektedir. Batılılar, halkının yüzde 99.9’u Müslüman olan bir ülkede böyle bir yasağın mevcudiyetine, yani devletin halkın çoğunluğunun dinine bir tür baskı uygulamasına sevinmektedir. Böyle basit bir mesele için 20 yıldan fazla bir zamandan beri bu derece gürültü koparılması, bu derece zaman, emek, enerji ve masraf yapılması da onları ironik olarak güldürmektedir.
Yasağın uygulanması, İslam ülkeleri ve devletleri nezdinde de “Türkiyede İslama baskı yapılıyor” şeklinde yorumlara sebep olmaktadır. Söylemeye lüzum yoktur ki, böyle bir düşünce de hoş bir düşünce değildir. Başın zorla açtırılmasının, İranda başın zorla kapatılmasından çok da farkı yoktur.
ABD ve Avrupalıların zaman zaman ileri sürdüğü Türkiye “İslam ülkeleri için bir modeldir” tezi, bu ve benzeri uygulamalar yüzünden doğru değildir. Türkiye İslam ülkeleri için bir model değildir ve olamaz. Çünkü Türkiye oryantal dansı, arabesk müziği, Arapça kelimeleri 2002’de dahi yasaklayan ve topyekün değişimi hedefleyen aşırı laik bir devlettir.

NETİCE: BUGÜNE DEK BAŞ ÖRTÜLERİYLE MEYDAN OKUYUP KAZANAN BİR KADINLAR ORDUSU MEVCUT OLMADI

Kadın kıyafetinin açığıyla da, kapalısıyla da uğraşılmaz. Afgan kıralı Amanullahın kadın kıyafetini düzenleyen kanundan sonra devrildiği tarihçilerce bilinir. Halbuki bu hususta Atatürkçe de uyarılmıştı (Hürriyet, 19 mayıs 1999, 20. s.).
Yasak ve baskının devam etmesi milleti şer kuvvetlerin, devlet düşmanlarının yanına iter, cephe genişlemesine sebep olur. Buna da ancak düşmanlarımız sevinir. Türkiye Cumhuriyeti, vatandaşına üniversitede başını örtme lütfunda bulunmalı ve bu hakkı esirgememelidir. Türkiye Cumhuriyeti, milletine güvenmeli ve ondan bu derece korkmamalıdır. Türk devleti zayıf bir devlet midir ki, baş örtülü kadınlarından korkuyor.
Devlet demosa saygı göstermeli, çağdaşlığı açık başlı, şekilci kadın kıyafetine irca etmemelidir. Çağdaşlığı biraz da ilimde, teknolojide arayalım. 1948’de bağımsız olan beş milyonluk İsraile verdiğimiz katrilyonluk tank tamirat ihalelerinin kendimizce yapılmasını sağlayalım. Hindistan gibi daha 1947’de müstakil olmuş bir devletin, ihracatının beşte birini bilgisayar yazılım puroğramlarından elde ettiğini örnek alalım. Sırf şekille nereye kadar gidebiliriz? Sadece işçi millet değil, biraz da entelektüel millet olalım.
Türkiye çağdaşlaşma açısından geri dönülemez bir noktaya ulaşmıştır. Onun için baş örtüsünün serbest bırakılmasından korkmaya hiç gerek yoktur. Üstelik tarih, kadınların bugüne kadar baş örtüleriyle bir devleti yıktıklarını kaydetmemiştir, bundan sonra da kaydetmeyecektir. Dolayısıyla baş örtülülerin devlete karşı “meydan okuyup bir meydan savaşını kazanmaları” imkân ve ihtimal dahilinde değildir. Böyle düşünme ancak bir kara mizah örneği olabilir.
Nasıl ki Afganistanda veya Somalide bir kısım kadının modern kıyafeti tercih etmesi, o devletleri çağdaş bir devlet yapmıyor. Aynı şekilde Türkiyede bir kısım kadının baş örtülü olması da Türkiyenin çağdaşlığına bir halel getirmez. Aksine dosta, düşmana hür ve modern bir devlet olduğunu gösterir.
Puroblem halledildiği takdirde her yolu meşru gören siyasetçilerin tahrik ve istismarına da meydan verilmemiş olur.
Kısaca bir daha vurgulayalım ki tarih, kadınların bugüne kadar baş örtüleriyle bir devleti yıktıklarını kaydetmemiştir, bundan sonra da kaydetmeyecektir. Dolayısıyla baş örtülülerin devlete karşı “meydan okuyup bir meydan savaşını kazanmaları” imkân ve ihtimal dahilinde değildir. O halde bırakalım millet istediği gibi soyunsun, bırakalım millet istediği gibi giyinsin. (30 kasım 2002).



www.ufukotesi.com - 12 / 2002  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.