16 eylül 2002 tarihinde, ülke nüfusunun takriben %20’sine tekabül eden ilköğretim ve lise öğrencileri 2002-2003 eğitim-öğretim dönemine “merhaba” dediler. Üç aylık tatilin ardından bir heyecan, bir koşuşturma, bir maratondur başladı. Aileler ve öğrenciler bu döneme ait kitap, kırtasiye ve okul kıyafetlerini temin için dükkanların önünde uzun kuyruklar oluşturdular. İstanbulluların bazıları kitap almak için Cağaloğlu’ndaki dükkanların yolunu tutarken, bazıları da Beyazıt’a kurulan kullanılmış kitap pazarını adımladılar, karıştırdılar, bulabildiklerini aldılar.
Çocuklarımız; yarının büyükleri, geleceğimiz, her şeyimiz. Onlar; yarının doktorları, , avukatları, öğretmenleri, gazetecileri, iş adamları, başbakanları, cumhurbaşkanları.
Peki millet olarak onları geleceğe “aile, okul ve çevre” üçgeninde hakkıyla hazırlayabiliyor muyuz? Aile, okul ve çevre sorumluluğunun yeterince bilincinde mi? Milli Eğitim Bakanlığı’nın bütçesi GSMH’nin % kaçına tekabül ediyor? Bu bütçe ile bizi muasır medeniyet seviyesine yükseltecek eğitim öğretimi çocuklarımıza verebilmek mümkün mü?
Okullardaki müfredat ve programlar, teorik eğitim ve öğretimin yanında uygulama eğitimi de verip, çocuklarımızı hayatın gerçeklerine karşı sosyolojik ve psikolojik olarak hazırlayabiliyor mu?
Bu gün modern dünyanın kabul ettiği bir gerçek vardır. Nerede ve hangi konumda olursanız olun, elinizin altındaki ekonomik, teknolojik ve teorik imkanlar ne düzeyde olursa olsun, neticede en önemli unsur “insan unsuru” olarak karşınıza çıkacaktır. Çünkü; o teoriyi ve teknolojiyi üreten insan olduğu gibi, onu maksimum verimde kullanacak olan, yine (konusuna hakim ve tam yetişmiş) insandır.
Eğitim ve öğretimin okul ayağında en önemli unsur öğretmendir. Mustafa Kemal’de “öğretmenler yeni nesil sizlerin eseri olacaktır” diyerek bu hususa parmak basmıştır. Ancak yeni nesli emanet ettiğimiz öğretmenlerimizi, geçtiğimiz 79 yılın her diliminde yeterince yetiştirebildik mi? Mesleki motivasyonlarını önleyen sıkıntılarına yeterince çare olabildik mi?
1982 yılında ÖYS sınavına girerken tercih formu doldurmuştum. Yirmi tercih hakkımız vardı ve hemen hemen herkes 19. ve 20. Sıralara iki yıllık sınıf öğretmenliği yazıyordu. Bu şu demek oluyordu; sınava giren öğrenciler içinden zeka bilgi düzeyi en düşük öğrencileri sınıf öğretmeni yapıyor, sonra da çocuklarımızı onlara teslim ediyorduk. Öğretmenlerimden özür diliyorum, bu durum bir sistem sorunu olarak yıllarca böyle devam etti. Sanırım son yıllarda öğretmenlik mesleği biraz daha itibarlı hale geldi, daha da itibarlı olmalı. Olmalı ki en zeki, en bilgili, en yetenekli öğrencilerimiz öğretmen olsun ve yeni nesli onlara teslim edelim. Nesil onların elinde yoğrulsun, şekil alsın.
Eğitim-öğretim sorunları ekonomik ve sistemik olmak üzere iki boyutludur. Sistem boyutunda, halihazır ezberci eğitim-öğretimden; düşünen, araştıran, sorgulayan ve çözüm bulan eğitim-öğretime geçmek zorundayız.
Bu gerçekleri benim gibi çok vatandaşımızın ve devlet büyüklerimizin gördüğüne eminim. Ancak gerçekleri görmek yetmiyor. Çare bulmak, çare üretmek, yanlışı düzeltmek gerek. Bu bir gerçekse eğer, gerçeğe saygı ışığın, aydınlığın, gelişmişliğin kaynağıdır. Bu nedenle aile, okul, çevre ve çevre içerisindeki medyanın realiteye saygılı bir yaklaşım sergilemesi, çocuklarımızın tam yetişmesi açısından mecburidir. Onun için diyorum ki; gerçeğe saygılı olalım ve ışığa karşı gözlerimizi sonuna kadar açalım. Açalım ki; gelincikler solmasın...
|