Gelişen teknoloji biz insanları da çeşitli yönlerde etkiliyor. Önceleri sadece lambalı radyolarda "ajans" dinlerken, ardından gelecek olan iletişim çağının nimetlerini kimse düşünemezdi bile. Önceleri siyah-beyaz olan televizyonlarımız zamanla renklendi, ama en büyük atılımı internet teknolojisi ile yaşadık. Artık cep telefonlarından bile internette sörf yapıldığı günümüzde, gittikçe de etkiye açık hale geliyoruz. Buradaki "etki" rasgele seçilmiş bir kelime değil. Evet, etkileniyoruz. Oysa insanlar ne kadar etkiden ve telaştan uzak kalırlarsa; o kadar kendinde yaşar derler. İnsanoğlu birey olduğunun farkına vardığı sürece, bağımsız olabilir ve kendi kararlarını kendisi verebilir. Ama öyle bir etki çağında yaşıyoruz ki; ne derler hastalığı, hepimizin bünyesini iflah olmaz derecede sarmış durumda. Yazılı, sesli ve görsel basınımızın bunda çok büyük bir payı var. Vatandaşlarımıza öyle bir boş vermişlik pompalanıyor ki; "karşımızdakinin ne dediğini dinlemiyoruz bile." Kafamızdaki önyargılarla muhataplarımızı, daha konuşmasına başlamadan; vereceğimiz beylik cevabını bile hazırlamış bulunuyoruz. Her şeyin kendi isteklerimiz ve arzularımız yönünde gerçekleşmesi gerekirmiş kaidesi varmış zannedip, öyle istiyoruz. Oysa önümüzde kıymetini bilemediğimiz ne fırsatlar ve değerler su misali akıp akıp gidiyor ... Halbuki soba borusu gibi tek düze, tek tip toplum olmaz. Her bir insan ayrı bir alemdir. Eskilerin tabiri ile büyük kainattır. Koca evreni, nasıl kendi belirlediğimiz kalıplara sığdırabiliriz ki ? Onun için, muhatabımızdan bir şey bekleme hakkımız yoktur. Ona; sevgiyi, takdiri, yardımı, anlayışı biz sunacağız. Bir zamanlar adamın biri, Hızır Aleyhisselam'la görüşmeyi kafaya koymuş. Bütün derdi bu olmuş. Herkese bunun yolunu sorar, yardım istermiş. Demişler ki ona; "İstanbul'da Fatih Camii vardır. Hızır oraya mutlaka haftada bir gün olsun uğrar. Görsen, görsen ancak orda görürsün." Bizimkisi de pekiyi demiş, düşmüş yola. Bir sabah namazında Fatih Camii'ne varmış.
Beklemeğe başlamış. Cemaat camiden çıkarmış ta, kendi beklediği gibi; "Pir-i fani ak sakallı, cübbeli birini görmezmiş. Bir gün, iki gün derken haftalar geçmiş te Hızır'ı görmemiş. Artık umudunu kesmeye başladığı bir günün sabahı, yine cami kapısını beklemeye başlamış. Yanına delikanlıdan biri yaklaşmış. "Hayrola amca birini mi beklersin ?" demiş. Adam bir gence
bakmış, bir de kafasındaki kalıba. Delikanlıda deri ceket, kot pantolon; zamane genci işte, demiş içinden. "Yok evlat" diye cevaplamış. Ama delikanlı ısrarcıymış. Habire soruyormuş; "Amca sen birini beklersin" diyormuş. Sonunda adama gına gelmiş. " He demiş, Hızır'ı beklerim. Haydi öğrendin, artık git başımdan." Delikanlı gülmüş. "Bey amca, görsen tanır mısın ?" demiş. "Tanırım tabii ne olacak, artık çekil yanımdan da, bizi beraber görmesin. Benim gibi elini eteğini dünyadan çekmiş birinin, senin gibi asri gençle ne işi olabilir ki ?" Genç aldırmadan konuşmasına devam etmiş. "Bey amca ben sana tarif edeyim de, sen yine onu bekle. Bak şimdi Hızır var ya; şu demir korkulukları böyleee lastik gibi çeker bırakır da. Onlar yine yerine gelir. Delikanlı bu arada pencere demirleriyle adeta lastikle oynar gibi oynuyormuş. Sana ikinci bir sır daha vereyim, şu yerde duran uzun tramvay demirleri var ya onları tek eliyle, böööyle bürker de kimse anlamaz. Ardından şu mermer sütunu görüyor musun ? Heh işte ona böyle parmaklarını
batırır." Gencin parmağı sanki yumuşak bir şeye batmış gibi sütuna iki delik açmış. "Anladın mı Bey amca ?" diye sormuş. Adam hala kafasındaki kurgusunda yaşarmışta olanları idrak bile edemezmiş. "Tabii ki anladım. Sen merak etme ben onu tanırım, haydi artık çekil" demiş. Delikanlı da "Haydi sana eyvallah !" deyip ıslık çala çala elleri cepte yürüyüp gözden kaybolmuş ... Bizimkisi düşüncelerinden çıktığında, artık ortada delikanlıdan eser bile yokmuş. Fatih sokaklarında bütün gün o genci aramış durmuş ...Artık bizlerde; medyanın kafamızda oluşturduğu şablonlar içinde birilerinin bir şeyler yapmasını bekleyen, varlığı sadece laftan ibaret olan gölgeler haline geldik. Beklediğimizin de ne olduğunu bilmiyoruz, işin garibi. Hatta daha da acısı varlığımızın temeli olan, yani bizi biz yapan değerlere de sahip çıkmıyoruz. Oyakbank'ın reklam spotlarında sık sık dile getirdiği; "Niye inandığınız değerlere sahip çıkmıyorsunuz ?" sözünü bile sadece, bir reklam metası olarak algıladık ne yazık ki ... Zaman icabı, herkes öyle yapıyor, dünyayı ben mi kurtaracağım, diyerek kendi vicdanlarımızı avutuyoruz. Oysa insani değerler dünyanın her yerinde aynıdır. Ama ölçüsü kaybolan bu kıymetleri yine aynen bir metrenin dünyanın her yerinde yüz santim olduğu gibi, kabul ettirecek örnek şahsiyetlere
ihtiyacımız var. Bizlere sunulan kalıplara uygun olarak, değil; birey olarak kendi hür
irademizle arzu ettiklerimize kavuşmak ve yapmak, her insanın en önemli ve kesinlikle devredilemez hakkıdır. Özgürlük; hak sahibi olmakla başlar, haysiyetli yaşamla sürer, iftihar edilen bir hayat ile neticelenir. Yoksa, Sayın Aytmatov'un ünlü romanındaki mankurtlardan hiçbir
farkımız kalmıyor. Bizi bize sattırıp, parasını da bize ödetiyorlar.
08/Eylül/2002 Alptekin
CEVHERLİ
İstanbul
|