Düşün/ce

 

Olcay Yazıcı  

“Sultan Ülke”den küresel köleliğe


Ülkenin esas meselesi ne ekonomik kriz, ne de siyasî istikrarsızlıktır. Esas vahim mesele ülkedeki “şahsiyet krizidir!” Zihniyet krizidir. Sosyal ve ahlâkî çözülme krizidir. Kültür parçalanmışlığı krizidir. Şuursuzca “medeniyet değiştirme macerasına” atılan sürü idraklerin tutulduğu “yön belirleme/doğrusu belirleyememe buhranıdır!” Kimlik yalpalamasıdır.

Ülkenin esas meselesi ne ekonomik kriz, ne de siyasî istikrarsızlıktır. Esas vahim mesele ülkedeki “şahsiyet krizidir!” Zihniyet krizidir. Sosyal ve ahlâkî çözülme krizidir. Kültür parçalanmışlığı krizidir. Şuursuzca “medeniyet değiştirme macerasına” atılan sürü idraklerin tutulduğu “yön belirleme/doğrusu belirleyememe buhranıdır!” Kimlik yalpalamasıdır.

Binlerce yıllık insanlık birikiminin, bir o kadar süreçten süzülerek, saydamlaşarak gelen erdemlilik öğretilerinin/kutsal metinlerin terk edilerek; iç güdü özgürlüğü içinde, gulu gulu kabilesinin alt seviyesine düşme alçalışının ruh kaybıdır, yaşanılan sıkıntıların kökenindeki temel “temelsizlik!” Ameliyat masasına yatırılması ve acil çözüm bulunması gereken asıl mesele budur işte.

Elbette ki, iktisadı küçümsemek, göz ardı etmek mümkün değil. İnsanımız aç, bî ilâç! Üretim durmuş. İşyerleri kapanmış. Çiftçi perişan. Bu acı manzaraya rağmen, maddî açlığı aile dayanışmasıyla, eş dost desteğiyle aşarız da; manevî açlığı gidermek ve şahsiyet krizinden çıkmak çok zor. Çünkü bugünkü noktaya uzun yıllara varan bir bozguncu süreç neticesinde gelindi. İyileşmek için bir o kadar zaman ister ki, beklemeye sabrımız yok. Taviz vere vere normalin, bize özgü hayat tarzının dışına itildik. Düşünün ki, “saçını göstermekten utanan geleneksel Türk kadın tipinin yerini, şimdi en mahrem bölgelerinden olan “göbeğini göstermekten bile hicap duymayan modern(!), çağdaş (!) kadın tipi aldı.

Her boyutuyla, kendimiz olmaktan çıktık. Şimdi siz ayıptan, günahtan, utançtan; bize has üsluplu yaşamaktan; nezaketten, dürüstlükten, dostluktan, kısaca mücerret değerlerden söz ettiniz mi, tuhaf karşılanıyorsunuz. Bir toplum ki, alçalışın bütün kapıları ardına kadar açık, ama yükselişin ve yücelişin yolları dikenli tellerle, eli kırbaçlı bekçilerle çevrili.

Karanlık işlerden pek anlamam. Ama bugünlerde okuduğum kitap, “milletleri soysuzlaştırma projesinin” karanlık dehlizlerine ışık tutuyor. Cevat Rıfat Atilhan’ın kaleme aldığı, “Gizli Devlet ve Fesat Programı” isimli bu kitapçık, küçük hacmine rağmen, dünyayı kuşatacak bilgiler ihtiva ediyor. Ne hikmetse(!) yaşadığımız ekonomik, sosyal, siyasî ve ahlakî çöküşle, anlatılanlar arasında müthiş bir paralellik, şaşırtıcı bir benzerlik, hatta sanki aynilik var:
“Siyaset ve politikanın, ahlâk ve faziletle hiçbir münasebeti yoktur. Hükümlerimizi yürütmek istediğimiz her zaman, hile ve riyaya başvurmalıyız!” (S. 54. Gerçekte bu bir Yahudi stratejisi. Fakat ne yazık ki “bizimkiler” de onlarla “aynı silahı” kullanıyor, aynı metodu uyguluyor.) Devamında ise şöyle deniliyor: “Ahlâk ve mukaddesatını çürüttüğümüz cemiyetlere öyle bir istikamet vermeliyiz ki, orada yaşamak ancak namussuzluk, hırsızlık ve yankesicilik sayesinde mümkün olabilsin!” (S.59/61) Benzerliğin siz de farkındasınız değil mi?

KENDİMİZ OLMAKTAN NASIL ÇIKTIK?
Sorgulamamız ve müsebbiplerini yargılamamız gereken asıl mesele budur işte:
“Biz kimdik ve kendimiz olmaktan nasıl çıktık!?” (Eğitim ve Kültür Trajedimiz kitabında bu meseleler enine-boyuna irdeleniyor. Fakat kim okur, kim dinler varak-ı mührü vefayı?)
İlk sapmalar, ilk kopmalar ve farklı kültür(süzlük) vadilerine doğru şuursuz sürü sürüngenliği ile nasıl süzüldük? Bu çark edişte dış güçlerin rolü ne idi ve biz bu tuzağa nasıl düştük? Bu “şahsiyetsizlik” yaftasını nasıl kabullendik, nasıl vicdanımıza sindirdik?

Bütün çekişme ve çatışmalarına rağmen “büyük insanlık nehri”, iyiye, güzele, erdemli olana doğru bir seyir takip eder/etmelidir/edecek. İlerleme, gelişme, dönüşme, kemâle ererek evrilme; muasır olma ve ilkellikten arınma, ancak bu nizam içerisinde mümkündür.
Ne oldu da, bu insanlık nehri tersine akmaya başladı? İnsanlar da hazan yaprakları gibi, “ne oluyoruz, nereye gidiyoruz, yönümüz, kıblemiz bu taraf değildi!” diye sormadan/olup biteni sorgulamadan/idrakini kullanmadan bu akışa uydular.

Diyelim ki, yığının yargısı çok muhkem, çok derin, çok kavi değil. Peki ya siz kanat önderlerine ne oldu? Topluma yön (vazgeçtim misyondan, vizyondan, bunlar içi doldurulmamış boş teneke takırtısı), gaye ve hedef göstermesi gereken mercilere/üst ricale ne oldu? Neden karşı çıkmadılar bu yoz, bu esfel gidişe? Bu “dik sürüngenliğe.” Tam tersine, “Uluslararası hafıza silme ve şahsiyetsizleştirme merkezi” önünde kuyruğa girerek, onursuz bir değişim projesine çarçabuk entegre oldular.

ALTAN GELEN SUSKUN ÇIĞLIĞI
Bilmem duyuyor musunuz, toplumun alt katmanlarından müthiş bir çığlık yükseliyor. Bugün gelinen noktadan hiç kimse memnun değil, hoşnut değil. Bu bulamaç durumdan razı değil. Tabii ki insan var olduğu günden beri iyi ile kötü, güzel ile çirkin, ahlâklı ile ahlâksız; namuslu ile namussuz, madde ile mânâ, para ile şahsiyet, makam ile gönül yüceliği; aşk ile ateş, helâl ile haram, dost ile düşman, ölüm ile dirim; barış ile kavga, sapkınlık ile tevekkül, isyan ile sabır, cennet ile cehennem arasında denenmiş; sınanmıştır ve sürekli sınanmaya da devam edecektir.

İnsan, tercihinden sorumlu olduğu için, rahmetli Arvasî’nin öz deyişi ile “çatallı bir yol ağzında” bırakılmış ve kendisine “seç!” denilmiştir. Çünkü, gerek yeryüzünde, gerekse öte dünyada hakkındaki hükmü bu seçme/bu tercih belirleyecektir. Bu yüzden “seçmek” insan olmanın en belirleyici vasfıdır. Çünkü insan “seçtiği”dir! Seçtiği neyse, odur. Bunun için, geriye, kendimiz olduğumuz zamanlardaki fotoğraflarımıza iyice bakıp, neyi “seçmemiz” gerekirken, neyi “seçtiğimizi” ve nerede “tercih hatası” yaptığımızı bulmalıyız.

Şu anki kimliğimizle, olmamız gereken alî kimlik arasındaki uçurumu fark ve idrak edip, ışık hızıyla oraya, “kendimiz olma keyfiyetinin merkezine, şahsiyet eksenimize” dönmeliyiz. Mesele inancının, kültürünün ve bunların toplamından meydana gelen “medeniyetinin insanı olmak” meselesidir. Erdem de, özgünlük de, şahsiyet de, haysiyet de budur.

Unutmayınız ki, size şeref kazandıracak statü, “global köyün, yurdundan sürgün edilmiş ziyan satıcısı” olmak değil, kendi köyünün, kendi toprağının efendisi olmaktır. Tabii ki, gerektiğinde bu global çarşıya da çıkacaksınız/çıkacağız. (Nazif Gürdoğan hocanın deyişiyle, ‘müteşebbisler günümüzün Alperenleri, Fatihleridir!’) Ama hilâl desenli heybenizde kendi renklerinizi, gül kokulu dağarcığınızda kendi ölümsüz/tılsımlı sözlerinizi taşıyarak yapmalısınız bunu. Sadece bir “eşya ve ürün satıcısı” olarak giderseniz, o çarşıda varlık gösteremez; o “karışım” içinde yok olur, silinirsiniz. Alî varlığınızı muhafaza edemezsiniz. Çünkü, siz sadece bir “alıcı/satıcı” değilsiniz. Esas sizin dünyaya “satacağınız/sunacağınız” çok değerli şeyler var. Çünkü, bütün perişanlığınıza ve şuursuzluğunuza rağmen, “kurtuluşun insanlığı kuşatan muştusu” sizsiniz/biziz! Bunu asla unutmayın ve taşıdığınız “misyonu, vizyonu” sakın ola küçümsemeyin.” Bu, ateşlenmeyi bekleyen potansiyel bir enerjidir!..
Bu silkiniş yolunda, “ilk kurşun”, “ilk kıvılcım “, “ilk adım” olabilene ne mutlu! Hazret-i Musa gibi “ateşi görecek” ve onu uyandıracak insan, ne kutlu insandır!..
Hangi partinin tüzüğünde var bu “şahsiyet”, “medeniyet” ve “metafizik” sorgulaması? Oyumu ona vereceğim. Sizler de ona verin.Yok mu? Yoksa, tümden yok olsunlar! Zaten “amel” ve “emel”lerine göre nasiplerini alıyorlar. Fazla söze hacet yok.

Yaşadık, yaşıyoruz. Metafizikten, ahlâkî endişelerden bağımsız bir dünyanın yükselebildiği (af edersiniz) alçalabildiği nokta işte burası. Ey millet, razı mısınız bu manzaradan? Ey insan hoşnut musun bu çözülmeden/bu çürümeden/bu sosyal kokuşmadan? Cevabınız olumlu ise Allah kurtarsın; değilse siz toplumu bu şahsiyet krizinden, ölçülü ve erdemli yaşama düsturunun dışına itilmişlikten kurtarın. Sağınıza, solunuza bakmayın. Hiç kimseye, hiçbir kurum ve kuruluşa ümit bağlamayın. Kurtarıcı sizsiniz, (kurtarıcı biziz) başka kurtarıcı yok!

KUTLU TERKİBE DÖNÜŞ
Parçalanmış bir toplumda elbette idrakimiz de, irfanımız da, dağınık olacaktır. Cemiyetimiz sert kayalara, granit taşlara çarpılmış billur bir kâse gibi paramparça olmuştur. Bu zerreleri tek tek toplayıp, onları bir şahsiyet potasında yeniden eritip, eski kimliğine, eskimeyen muhteşem terkibine kavuşturmak yüce bir ruh ister. Oysa bu yoz çağ, bu yüce ruhun en büyük düşmanı.

Tabii ki, bu üst boyuttaki sosyal çözülme ve şahsiyet kaybı aynı zamanda bir “ruh çözülmesi”ne de yol açmıştır. Top-yekun bir silkinmeye, toparlanmaya, üzerimizdeki ölü toprağını silkeleyerek dirilmeye, hafızamızı yenilemeye şiddetle ihtiyacımız var. Cemiyet bu acınası hâli ile, “var olmakla yok olmak” arasında bocalama dönemleri yaşarken, siyasetçiler toplumun bu “büyük çıkış” talebine hız ve ivme kazandırmak yerine, önüne set çekiyor. Büyük meseleyi görmezden gelerek, basit, popülist ve palyatif tekliflerle kış (ya da düş) uykusuna yatmış görünüyorlar. Tamamen siyasîleri suçlamak doğru değil tabii ki, bu bir bakış, duruş ve tercih meselesi. Bir sistem tıkanması. Toplumsal bir travma.

Bindiğimiz gemi su alıyor. Oturduğumuz gök-saray büyük yangınlarla çevrili. Varlığımız tehlikede. Ama beyler, oy hesabı peşinde. Ülke elden gidiyor, coğrafyası ile değil belki ama “millî kimliği” ile gidiyor. Kimsenin umurunda değil. Partim kurtulsun, milletvekilliğim gerçekleşsin, ferdî ikbalim ve siyasî istikbalim garantiye bağlansın gerisi önemli değil hesabı içinde tümü de.

Seçmeni sürü yerine koymuşlar. Oyunu sandığa atmadan yönünü belirliyorlar.Temiz vatan evlatları saf saf gidip oy kullanacak; fakat sandıktan kendi istediği kişiler değil, liderlerin ya da “birilerinin”menfaatine uygun kişiler çıkacak. Öte yandan üçüncü dünya ülkelerine bile yakışmayacak, “hür iradeyi engelleme oyunları.” Ne bu çağa, ne de geçmişteki “Sultan Ülke”ye yakışmıyorsunuz beyler. Bu nasıl demokrasi? Bu nasıl âdâlet? Bu nasıl fazilet rejimi?

Acil çözüm bekleyen ülke meseleleri yerli yerinde dururken, ortada bir sürü “siyaset mankeni” dolaşıyor. Fütursuzca, siyasî-sosyal mugalatalar üretiyorlar. Karşılıksız, gerçeklerden uzak, hayata uygulanabilirlikleri olmayan fanteziler sıralıyorlar. Pek de umurlarında değil sözün sağlamlığı, eğretiliği. Nasıl olsa arkalarına çaresiz esen bir kitle rüzgârı almışlar ya! Gerisi onları pek ilgilendirmiyor.

Sahte dünyanın, sahte hatipleri olarak konuşuyor da, konuşuyorlar. Sınırları başkaları tarafından belirlenmiş, meseleleri örtücü, gizleyici sahalarda güreşiyorlar. Şeytanın, besmeleden kaçması gibi ülke gerçeklerinden kaçıyorlar. Çünkü herkes “büyük güç”ten, “global şef”ten, “küresel Hitler”den ve “erki elinde bulunduran acımasız ağabeyden” korkuyor/çekiniyor.
İBRAHİM’E SU TAŞIYAN KARINCA
Bu minval üzere seçime gidilse ne, gidilmese ne? Bu “bizim olmayan” sahte ve yoz dünyada A veya B partisi kazanmış ne, kazanmamış ne? Radikal bir çözüm üretilip yürürlüğe konmadıkça, yabanın senfonisini yerine, kendi türkümüzü dillendirmedikçe, şahsiyetsizlik krizi ile haysiyetsizlik buhranı sürüp gidecek!..
Oturup, “zaman içinde zaman halk eden” kudretin göndereceği “büyük kurtarıcıyı” ve önümüzde çığır açacak çağırıcıyı beklemeye koyulacağız. Biraz mistik, biraz miskin, biraz mücerret bir çıkış yolu gibi görünse de, başka çaremiz yok gibi. Acaba, Tanpınar bu ruh hâli içinde mi söyledi, “Doğu oturup beklemenin yeridir. Sabredersen her şey ayağına gelir!” veciz sözünü?
Öyle de olsa size beklemeyi değil, “İki günü birbirine eş geçen ziyandadır!” ölçüsünün ışığında ve Nemrut tarafından ateşe atılan Hazret-i İbrahim’in ateşini söndürmek için su taşıyan karıncanın, (Biliyorum, benim taşıdığım su, bu büyük yangını söndürmeye yetmez. Fakat en azından, Allah indinde safımı belirtmiş olurum!, sözlerinin) ibreti ve hikmet-i mucibince hareket etmeyi ve “saflarınızı belirlemeyi” öneriyorum.
Çünkü, “Sultan Ülke”nin muzaffer fertlerine, muhteşem mazilerini hafızalarından silerek, “global/küresel köyün şaşkın alıcısı” ve “gönüllü kölesi” olma tavrı, asla yakışmaz!..
Bütün zorluklara rağmen, her türlü “çıkış ve çözümü” bu topraklarda, “medeniyetimizin ruh kökünde” aramak zorundayız. Bize şahsiyet ve erdem kazandıracak yol, işte bu yoldur.



Sultan Ülke

Türedim kutlu ışıktan
Cevherimden yükselir tan
Benim, tarihin sultanı
Benim, oluşa âşk katan

Görklü hakan
Bilge beyim
Hilâl desenli heybeyim
At üstünde doğmuşum ben
Cihangir bir göçebeyim

Çeri benim
Eren benim
Çeliğe su veren benim
Yedi iklim-beş kıtadan
Efsaneler deren benim

Simurg da ben
Simya da ben
Asil-terkip:
Hikmet-i fen

Yüreğim harman yeridir
Hasretim tuncu eritir
Dörtnala yiğit atlılar
Sevdamın gönül eridir

Tufan benim
Boran benim
Gök-nizamı
Kuran benim
İbrahim’in ahfadıyım
Tüm putları
Kıran benim!

Düşüncem en güçlü silah
Edinmem Nemrut’u ilâh
Koca acun benim için
Erdem öğrenilen dergâh

Bıçak da ben
İsmâil de..
Sırrın sırrı Mikâil’de
Kâh ölmeden ölürüm de,
Dirilirim taze gülde

Hem neyim
Hem de neyzenim
Ebed müddet bir düzenim
İnsanlığın son menzili
Aşkın olanı sezenim

Yunus da ben
Mevlânâ da
Büyülü sözüm dünyada

Sahradaki sûfî kervan
Bâbı hümayunda dîvan
Bilir beni bütün cihan:
Asırlara hükmedenim,
Nuh’la kardeştir bedenim

Ol mukaddes rüzgâr benim
Âteşte yanmaz mâdenim
Benim adım, Anadolu
Benim, ul
uların yolu.


www.ufukotesi.com - 10 / 2002  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.