Kıbrıs meselesinin gittikçe sona yaklaşıyor zannını verdiği görülürken batının (AB, ABD ve Kanadanın), Kıbrıs meydan savaşını kaybetmekte olduğu anlaşılıyor. Zira Türkiyeye diş geçiremeyeceğini anlayan batı, Kıbrıs Rum Yönetiminin AB’ye alınmayabileceğini söyleyerek Türkiyeden taviz kopartmak sevdasına kapıldı. Fakat bu aynı zamanda batının zaafını da gösteriyor. Demek ki meseleyi istedikleri gibi çözemeyeceklerini anlayan 15 Avrupa ülkesi, ABD ve Kanada, yeni manevralarla Türkiye'den ve KKTC’den taviz verdirme siyasetine yöneldi. Lakin bu da başarısız olacaktır. Zira Türkiye bu hususta kararlıdır ve bunu hiçbir güç değiştiremez.
Gerçi münferit olarak AB’nin her üyesinin AB ve Rum görüşlerini tamamiyle benimsemediğini biliyoruz. Mesela İsveç dışişleri bakanı Anna Lindh, 23 ocak 2001’de AB’nin Kıbrısa karışmamasını istemiş, Natoya girmeyeceklerini belirtmiş ve AB’nin savunma kimliğine bürünmemesini talep etmişti. Aynı Anna Lindh, Türkiye ziyaretinde Kürt liderleriyle bir araya gelince, bu hususta hazımlı olan Cem bile, onu uğurlamamıştı (Akşam, 19 şubat 2000).
İngiltere özel temsilcisi Lord David Hannay de, “Kıbrıs'ta iki idare var, iki halk var, yeni bir ortaklık gerekir ve yeni bir devlet oluşacaktır. Adı, bayrağı, milli marşı ayrı yeni bir oluşuma gidilecek demişti.” (Yeni Mesaj, 18 haziran 2002, 6. s.).
Başbakan Bülent Ecevit de nisan ayında temmuzdan itibaren AB dönem başkanlığını devralacak olan Danimarkanın başbakanı Rasmussen ile görüşmüş ve Çek modelini bir daha hatırlatmıştı (NTV, 5 nisan 2002, 23 haberleri).
Danimarka temmuzda dönem başkanı olduktan sonra Rasmussen ve dışişleri bakanı Möllerin Kıbrıs meselesi hususunda daha ılımlı beyanlar verdikleri gözlerden kaçmamıştır. Bunun bir sebebi Türkiye'nin kararlılığı ise diğer bir sebebi de kamu oyunda az ve cılız da olsa yükselen seslerdir. Nitekim MHP genel başkanı Devlet Bahçeli 4 haziran 2002 tarihinde yaptığı konuşmada Kıbrıs meselesinde Denktaşın yanında yer alınmasını ve AB’ye girerken dikkatli davranılması gerektiğini söylemişti. BBP, BTP, Türk-iş ve sair kuruluşlardan gelen tepkiler de Danimarka'nın bu davranışında etkili olmuştur. Dolayısıyla Holbrook’u “terminatör”e benzeten (Mehmet Ali Birand, Sabah, 24 haziran 1997), “Kıbrıs'ı satalım” diyen (Serdar Turgut, Hürriyet, 14 kasım 2002), “vatan sadece haritadan ibaret değildir” diyen (Cem Boyner (Yeni Mesaj, 6 haziran 2002, 8. s.), “Denktaş kendisini Hatay cumhurbaşkanı Tayfur Sökmenin yerine koymasın” diyen Cengiz Çandarların (Yeni Şafak, 1 aralık 2001, 9. s.) gibi kişilerin yayında böyle kuruluşlar ve Erol Manisalı gibi şahıslar da vardı.
Hal böyle olunca AB ve BM’nin Rum tezlerinden gittikçe uzaklaştığı gözlendi (TRT-1, 5 eylül 2002, 20 haberleri). Bu durum muvacehesinde Denktaş, Klerides ve Annan’ın 6 eylül 2002’de Pariste yaptığı görüşme de tabiatiyle bir işe yaramadı. Şimdi gözler 4 ekimdeki New York görüşmelerine çevrilmiş vaziyette ise de, bu görüşmeden de bir şey beklenmemelidir.
Kıbrıs Türkiye açısından neden önemlidir?
Kıbrıs Türkiye açısından gerek Kıbrıs Türkleri, gerek güvenlik, gerekse tarihî yönden büyük önem arzeden bir adadır.
Kıbrıs Türkleri bakımından
Kıbrıs'ta 1997 itibariyle 200.587 Türk yaşamaktadır. Kıbrıs Türklerinin güvenliği milletlerarası anlaşmalarla teminat altına alınmıştır. Bu anlaşmalara göre Türkiye, Kıbrıs Türklerini her cihetten korumak ve kollamak mecburiyetindedir (2001’deki nüfus tahminen 212.342’dir).
Güvenlik yönünden
Kıbrıs her tarafı düşman veya potansiyel düşman devletlerle sarılmış olan Türkiye'nin kara sınırı bulunmayan Akdeniz (güney) bölgesinin, dolayısıyla ülkenin güvenliği açısından çok önemlidir. Bu bölge ileride vuku bulacak bir savaş esnasında kara harekâtına maruz kalma ihtimali pek zayıf olan bir bölgedir. Fakat bölgenin Kıbrıs'ta mevcut düşman bir devlet tarafından gelecekte füze ve hava saldırısı ile çıkartma ve indirme eylemine (yani kara harekâtına) uğraması, Türkiyenin orada da savaşı kabul etmesi ve mevcut cephelere bir yenisinin eklenmesi neticesini doğuracak ve Türkiye ister istemez bir kısım kuvvetini buraya bağlayacaktır. Bu bakımdan Türkiye'nin tek güvenli bölgesi olan Akdeniz bölgesini Rum saldırılarına maruz bırakacak imkân ve ihtimallere izin vermesi mümkün değildir.
Tarihî yönden
Kıbrıs tarihî bakımdan Türkiye için daha da önemlidir. Çünkü 1699’da başlayan ve 1774’te hızlanan Avrupa'nın ilerleyişi, ilk olarak 1913’te 2. Balkan savaşından sonra Edirne'nin alınışıyla durdurulmuştu (1718’de Pasarofça anlaşmasıyla Moranın geri alınışını hariç tutuyoruz). Edirnenin Enver Paşa tarafından geri alınışı o zamana kadar Avrupa'da hakim olan “Haçın girdiği yere Hilal giremez” sözünü ilk defa olmak üzere geçersiz kılmıştır. Hilalin ilerleyişi Mustafa Kemal'in yönettiği Türk İstiklal savaşıyla sürmüş, zayıf ve artık bitmiş olan Osmanlı devleti üzerinde genç, taze bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş, bu devlet gittikçe gelişmiş, güçlenmiş ve ilerleyerek bugünkü noktaya ulaşmıştır.
Yalnız burada bir noktayı belirtmekte fayda vardır. Edirne yalnız dört ay (1913’ün 26 martından 1913’ün 23 temmuzuna kadar) ve 1. Dünya harbinden sonra Yunanlılar, Ermeniler, İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar tarafından işgal edilen Asya ve Avrupa Türkiyesi toprakları ise sadece dört yıl (1918-1922), Haçlı işgalinde kalmıştı. Dolayısıyla bu topraklar uzun süreli ve gerçek anlamda bir Haçlı hakimiyetinde kalmamışlardır. Halbuki Kıbrıs 1878’den 1960’a kadar İngiliz hakimiyetinde, o zamandan 1974’e kadar da Rum hakimiyetinde bulunmuş olmakla gerçek bir Haçlı egemenliği altında idi.
İşte Kıbrısın kuzey kısmının 1974’te istirdad edilmesi, 1699’da başlayan ve 1774’te hızlanan Haçlı ilerleyişinin ilk defa olarak fiili şekilde geriletilmesi ve Türkiyenin karşı atağa geçmesi bakımından büyük ehemmiyet arzetmektedir. Böylece 1699’dan 275 yıl, 1774’ten tam iki yüz yıl ve Cumhuriyetin kuruluşundan 51 yıl sonra Türklerin Avrupa'ya (başka bir deyişle Hıristiyanlar üzerine) tekrar ilerleyişi başlamıştır.
ÖNEMLİ NOT: Gerçi Türkiyenin Avrupa'ya ilerleyiş ve eski toprakları istirdad (irredante) etme gibi bir amacı yoktur. Ancak her ne kadar amaç bu değilse de sonuç budur ve doğal olarak batı başkentleri bunu gayet iyi bilmektedir.
Avrupa ve ABD’nin meseleye bakışı veya batı niçin bu kadar ısrar ediyor?
Avrupa tarafından meseleye bakıldığında yukarıda Türkiye için söylediğimiz görüşlerin ters açıdan Avrupa için geçerli olduğu görülecektir. Yani 1699’da başlayan ve 1774’te büyük ivme kazanan Avrupanın ilerleyişi 1922’de Atatürkçe durdurulmuş, 1974’te Türkiye ileri harekâta geçmiş, Hilal Haç üzerinde bir zafer kazanmıştır. İşte İngiliz savunma bakanının 1996’nın son günlerinde söylediği “Kıbrıs Avrupanın ayıbıdır” sözü, meselenin Avrupa açısından önemini belirttiği için hayli manidardır. Ve yine batının hazmedemediği ve dolayısıyla Kıbrısı Türkiyenin elinden almak için ısrar etmesinin esas sebebi de budur. Yani batı KKTC’yi alamadığı takdirde ilk defa yenilmiş olacak ve üstelik yenilmişliğini de kabul etmiş olacaktır.
Avrupanın ve tabii Amerikanın Kıbrıs meselesine bakışı haklı haksız veya hak hukuk açısından değil, tamamen Haçlı zihniyeti şeklindedir. Yoksa Clinton da, Bush da, Major da, Blair de, Chirac da Kıbrısta kimin haklı ve kimin haksız olduğunu gayet iyi bilmektedir.
Panhelenizmin meseleye bakışı
Pan Helenizm kısaca eski Bizansı ihya etme mefküresi olarak tanımlanabilir. Yunanlıların Bizans rüyaları görmesinde Ortodoks kilisesinin çok etkili rolü olmuştur. Ortodoks kilisesi Yunan ruhunu asırlarca canlı tutmuş, Pan Helenizm (Megalo İdea) mefkürelerini adım adım gerçekleştirmiş, bunun için hiç acele etmemiş, sabırla kozasını örmüştür. Tarihe bakıldığında Pan Helenizmin Dantenin kurdu gibi yedikçe acıkan bir fikir ve siyaset olduğunu görülmektedir.
Pan Helenizm veya Megalo İdea sağ sol, liberal komünist her Yunan vatandaşı tarafından öylesine benimsenmiştir ki, bu ülkü Yunan fertlerinde adeta genetik hale gelmiştir. Mesela meşhur sosyalist başbakan Papandreu’nun kısa adı PASOK olan partisinin uzun adı herkesçe bilindiği gibi Pan Helenik Sosyalist Hareketidir. Burada bir çelişkinin olduğu aşikâr değil midir? (Tabii bu bakış açısına göre değişir. Yani hiç çelişki de bulunmayabilir. Biz Türkiyeye göre konuştuğumuz için çelişkili diyoruz) Yani hem sosyalist olunacak, hem de Pan Helenist? Bu nasıl mümkün olabilir? Ama böyle şeyler Yunanistanda ve başka ülkelerde olmaktadır. Türkiyede ise olması imkân ve ihtimal dahilinde değildir. Mesela PASOK benzeri bir partinin Türkiyedeki adının Pan Türkist Sosyalist Hareketi olması icap eder. Ama tabii ki Türkiyede böyle bir şeyin vukua gelmesi mümkün değildir.
Bu konuya başka bir örnek de verebiliriz. Batı Trakyada yaşıyan Türk çoğunluğunun en basit insan haklarından (ev, arazi satma ve satın alma, okuma, okutma ve saire) yoksun olduğu Avrupa, ABD ve BM tarafından kabul görmüş bir olgudur. Fakat bugüne kadar hiç bir beynelmilelci Yunan komünisti veya sosyalisti, Batı Trakya Türklerinin haklarını müdafaa etmemiştir. Türk aydınları ise Türkiyedeki Rum vatandaşlarımız için şarkılar ve ağıt yakan kitaplar neşretmişlerdir.
Netice
Netice itibariyle Kıbrıs meydan savaşını askerî sahada olduğu gibi diplomatik sahada da Türkiye kazanmak üzeredir. Bu böyle biline.
|