Milli Sıtrateji

 

Dr. Alptürk Ünlü  

AB'ne girmeyi istemeliyiz -1-


Türkiye’nin son bir yılı ele alınıp, basında ve Televizyon kanallarında kullanılan sözcükler, araştırma yapılıp incelemeye alınırsa, karşınıza çıkacak olan iki sözcük, tüm diğer sözcüklere on, yüz ve bin rakamlı ve daha da ötesi farklar basacaktır. Nedir, bu iki sözcük diye merak ediyorsanız?

Türkiye’nin son bir yılı ele alınıp, basında ve Televizyon kanallarında kullanılan sözcükler, araştırma yapılıp incelemeye alınırsa, karşınıza çıkacak olan iki sözcük, tüm diğer sözcüklere on, yüz ve bin rakamlı ve daha da ötesi farklar basacaktır. Nedir, bu iki sözcük diye merak ediyorsanız? Sizi daha fazla merakta bırakmadan açıklayayım. Avrupa Birliği... Bu birlik, kimilerine göre sihirli değnek ya da kurtarıcı yol; kimilerine göre de tehlikeli, bölücü ve kışkırtıcı yer...Ben iki tarafında kendi düşünceleri çerçevesinde abartıya kaçtığına inanıyorum.
a) Bu abartıcılardan AB’ne girmeye istekli guruptakilerin arasında, çoğunlukla gözü ve beyni kapalı olarak AB’ni savunanlar vardır. Bunlar her halde Türkiye’yi üretim değeri açısından ya bulunmaz Hint kumaşı olarak görmekte ya da sosyo-ekonomik yapılanmanın ne demek olduğunu bilmemektedirler. Bu nedenle de onlar için sihirli değnek sahibi olan AB, bu sopasını Türkiye’ye değdirince, her şeyin güllük gülistanlık olacağını sanmaktadırlar. İşte olaya bu açıdan yaklaşan ve şartlandırıldıkları gelişmelerin böyle olacağını zanneden insanlar söz konusudur. Onlar Türkiye’nin bir çıkar ortaklığına adım atmasından ziyade, sanki yağmalanacak olan bir batan gemiye üşüşen canlılar gibi hareket etmeye çalışıyorlar. Önce ortaklığın şartlarını düşünsünler, vermeden almanın kime mahsus olduğunu da iyice bir inceleyip öğrensinler...Ortaklık sisteminde akılcı, gerçekçi ve tabanları yere basacak şekilde hareket etsinler, bu bağlamda uzayda uçmaktan vazgeçsinler. Bu perspektiften bakarken, ortak olacağın kuruluşla aynı çizgiye gelmeden, geleceğiz masalını anlatan sahtekarların: ver, imzala kurtul anlayışını benimseyenler arasında olmasınlar. Şu anki AB’nin dediği her şeyi kabul et diyen politikacı ve anlayışların kuyruklarına takılmasınlar.
Aslında AB’ne bizim gerçekten, adam gibi adam olarak, ortak olabileceğimiz sıtratejik, ekonomik, politik ve coğrafi kozlarımız vardır. Bu kozlarımızı açığa çıkarıp, bunlar üstüne düşünce ürettiğimizde AB bizden kaçmak ya da kıvırtmak ya da üzerimize din bezirganlarını dönekleri, Dev-Yol bozuntularını ve bölücüleri göndermek yerine, koşa koşa bize gelmek zorundadır. Bu geliş süreci içersinde ülkemize, yokuş yapmalarına ve yapanlara da o andan sonra, imkan vermelerine gerek yoktur. Bizim bölgesel çözümlerimize elleri mahkumdur. Biz diyoruz ki, aslında bu mahkumiyet karşılıklıdır. Zaten böylesi sağlıklı, akılcı ve gerçekçi olabilir. Tek kanatla kuş uçmaz ve bilsinler ki bizi bölüp parçalamakla Balkanlardan, Ortadoğu’ya, Kafkasya’dan Orta Asya’ya kervan geçmez. Ya biz Türklerin topumuzu bu dünyadan kazımalılar (ki bunu Haçlı Seferleri başlangıcından 1095 den beri başaramadılar) ya da asgari müşterekte ortak olmalılar. Dünyanın gerçek gücü olmak istiyorlarsa eğer?
b) İstekli gurubun ikinci kısmında sözde AB yanlısı gibi görünüp, Türk kamuoyunu sürekli test edip, tahrik boyutlarını en üst düzeye çıkartmaya çalışan ve gerçekte, Türkiye ve Türk Dünyası alerjisini taşıyan, AB düşmanı, dolayısıyla ABD ajanı olan şahıs ve kuruluşları dikkatle izlememiz gerektiğine inanıyorum ve inanmanızı da istiyorum...
Gazeteci-yazar Emin Çölaşan 6 Kasım 2001 tarihinde Hürriyet Gazetesindeki köşesindeki ‘Muhtaçlara Yardım değil, ödülmüş’ adlı yazısında:
“Pazar günkü yazımda, Türkiye’de Kürtçülük, bölücülük yapan, Atatürk’e söven, şeriatçılık peşinde koşan, bir bölümü de İkinci Cumhuriyetçi olan bazı kimselere dağıtılan dolarlardan söz etmiştim. Bu dolarları onlara bir Amerikan vakfı veriyordu” der.
Dışardan beslenen kişilere karşı çözümlemeleri olan sayın Attila İlhan’da 22 Ocak 2001 tarihinde Cumhuriyet Gazetesindeki Söyleşi isimli köşesinde ‘İşin Ucu Nereye Dayanırdı?’ adlı yazısında ABD’nin NED (Ulusal Demokrasi Enstitüsü) fonundan geçinenler ile ilgili bilgiler vermektedir.
c) İstekli gurubun üçüncü kısmında da bazı Alman yanlısı vakıf ve kuruluşlardan beslenerek yazı yazan ve görüş belirten kişi ve kuruluşların da Türkiye’nin AB’ne girmemesi için, kıraldan çok kıralcı tutum ve davranışlar içersinde bulunduklarını, amaçlarının “üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek” olduğunu bilmemizde fayda vardır, diye düşünüyorum. Bunların da hedefi, Türkiye’nin AB’ne ABD tarafından büyük güçle itilmesini durdurmak ve bu durduruştaki görüşler çerçevesinde karşıt bir Türk kamuoyu oluşturmaktır. Çünkü onlara göre de: ABD yanlısı bir Türkiye, nüfus açısından Almanya’nın ideallerini geliştirme konusunda, AB bünyesinde olumsuz bir durum yaratabilir. Alman Vakıflarının çalışmaları ile ilgili olarak Dr. Necip Hablemitoğlu’nun “Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası” adlı çalışması incelenebilir.
Ayrıca Türkiye’deki basın dünyası içersinde en açık kalem oynatanlardan birisi olan E.Çölaşan, 26 Aralık 2001 tarihli ‘Liboşlara Dış Yardım’ isimli yazısında da:
“Adamlar Amerika ve Avrupa Birliği’nden maaşa bağlanmışlar,paraları aldıkça ötüyorlar(..)
Kimdir bu Liberal Düşünce Topluluğu? Kime bağlı çalışır? Yönetiminde kimler vardır? (...)
Bugüne kadar gerek Amerika ve gerekse Avrupa Birliği’ nden toplam kaç para almışlardır?
Ben yukarıda 831 milyar lirayı belgeledim ama daha fazlası var. Ötesini bilemiyorum.
Sevgili okuyucularım. Amerika ve Avrupa Birliği tarafından Türkiye’de kimlere nasıl ve hangi amaçla paralar ödendiğini belgeliyorum. Bunları yazarken şaşırmamak elde değil.
Liberal Düşünce Topluluğu’ na bu paraların ifade Özgürlüğü’ için verildiği, Avrupa Birliği tarafından açıklanıyor.
Örneklerini verdim. Bu mudur ifade özgürlüğü? Türk Milletini, Cumhuriyet’i, Atatürk’ü aşağılamak mıdır? Bu Avrupa Birliği’ nde hiç utanma yok mudur?
Paralar bunun için mi veriliyor?
Yararlı bir iş için istesek bir dolar, bir yuro vermezler.
Ama iş liboşlara gelince, kesenin ağzı sonuna kadar açılıyor. Alan razı, veren razı!
Dışarısı veriyor, Nadire Mater’ler, Ertuğrul Kürkçü’ler, Şanar Yurdatapan’lar, Ahmet Altan’lar, Yaşar Kemal’ler, Apo’nun avukatları, PKK gazetesinin yazarları, şeriatçılar ve liboşlar alıyor.
Bazen ‘ödül’, bazen ‘yardım’ olarak! Tezgah, doğrusu iyi kurulmuş. Güle güle harcasınlar” diyerek yazısını tamamlıyor.
Yukarıda istekli gurubun üç ana şıkkına yayılmış olan ya da öyle olması söz konusu olan: bazı merkez sağ-sol, liberal ve dini anlayışı kendi çıkışlarında kamufle eden partiler, bölücü kişi, kuruluş, dernek ve partiler, bazı işçi sendikaları ve patron örgütleri ile Televizyonların ve basının büyük çoğunluğunu ele geçirmiş olan medya gurupları ile vs. gurupçuklar vardır.
Şimdi bu farklı temellerden oluşup gelen kozmopolit kümenin, birlikte olma hesabını, analitik ve samimi olarak inceleyin ve bunların bir kısmının, AB için değil de, yukarıdaki ikinci ve üçüncü maddelerdeki ABD veya doğrudan Almanya için çalıştığının teşhisini koyamaz mısınız? Bu teşhisin mihenk taşlarını şöyle özetleyebiliriz: Türk Kimliğine sürekli vurmak ve de yıpratmak, Ulus-Devlet kavramını parçalayıp yıkmak, Bu bağlamda milletin bütünlüğünü belirleyen değerleri yozlaştırmak, Ülkenin sembollerini ayaklar altına düşürmek, Kurucu lider Atatürk’ü milletinin gözündeki değerini en alt seviyelere indirmek, Yeni kurulan Türk ülkeleri ile ortak paydaları iki tarafa dönük şekilde bozmak ve bozdurtmak, Türkiye kamuoyuna da girme anlamında değil de günü bulandırma uyuşturma anlamında AB’ne giriş mesajları verdirtmek...

AB’NE GİRMEK İSTEMEMİZİN İPUÇLARI
Biz de AB diyoruz. Neden? Şu anki dünyanın yapısal bünyesi içersindeki güç odaklarının dünya kaynaklarını, arazilerini ve devletlerini paylaşma süreci büyük ölçüde sonuçlanmıştır.(Birinci Paylaşım 1918 sonrası, İkinci Paylaşım 1945 sonrası ve üçüncü Paylaşım 1990 sonrası)
Sovyet sisteminin çözülmesiyle birlikte açığa çıkan bölgelerden Avrupa kısmı Balkanlar ve Orta Avrupa açısından bu paylaşma sürecini de çok büyük ölçüde (birkaç ufak yer hariç) tamamlamıştır. Kafkasya ve Orta Asya bu paylaşımda tam tamına bire bir ölçülerde bu sürece ayak uyduramadıklarından Afganistan ve Çeçenistan, Karabağ sarsıntıları devam etmekte, Türkiye üzerine de muazzam baskı yapılmaktadır.
Türkiye ve Türk insanı günümüz dünyasında kendi başına, dünyanın kaderini belirleyecek, Turan yada Türk Birliği merkezli güç dengelerini oluşturmasının şu an için ekonomik, politik ve sosyolojik alt yapısının oluşmaması nedeniyle, bu bağlamda şu aşamada çözüm üretmeleri akılcı görülmemektedir. Bu durum ve tespit doğaldır ki yaşadığımız şu anki dönem içindir. Tüm bu acı gerçeklere rağmen sözde çıkış yolu göstermeye çalışanlarında ya iyi niyetli olarak bu işlere inanmış fakat dünya gerçeğini dışlamış ya da o dünya gerçeğine hakim olanların dümen suyunda-yörüngesinde, sözel anlamda ve toplumu uyuşturma eylemi biçiminde, bu işe soyundukları kolayca tahlil edilebilir.
Dünya hakimiyet gerçeğini somut olarak da bilen Dünyanın güç odak merkezleri Türk Dünyasındaki yeni devletlerin, yeni liderlerinin eski komünistler olmasını kendi menfaatler açısından da bir denge unsuru olarak değerlendirmektedirler. Bu bağlamda rahmetli Elçibey’in tasfiyesi de sağlanmıştır.
Neden, AB? Çünkü Türkler günümüz dünyasında sömürgeci uluslar sınıfında değil de sömürülen guruptadırlar. Bunlardan Türkiye Cumhuriyeti, 1923-1938 yılları arasında Türk kimliği ile kendini bulma ve güven adına büyük mesafeler almış, milli kimliği yaşamaya başlamıştı. Bu durum elbette büyük asker ve lider Mustafa Kemal Atatürk’ün düşüncelerinin teoriden gün ışığına çıkmasının bir sonucuydu. O’nun ölümünden sonra hızlı bir şekilde milli kimlikten uzaklaşma, kozmopolitliğin benimsenip yaygınlaştırılması ve ABD’nin Misuri zırhlısının ülkeye gelmesi ile dış siyasetin yönünü de belirlemiş ve ondan sonraki süreçte Anglo-Saksonların dünya sömürgecilik sistemine getirdikleri kapalı sistem sömürü modelini, Türkiye’ye de uygulamış/uygulatmışlar ve Küçük Amerika modelinin palavrası altında, günümüze kadar gelinmiştir. Kısaca Türkiye tam anlamıyla Atatürk döneminde olduğu gibi özgür, iç (12 Mart’ da A.. Karaosmamanoğlu; 24 Ocak 1980 de T. Özal; 22 Şubat 2001 de K.Derviş) ve dış ( 1957 Irak Politikası ve Cezayir Politikası gibi) politikalar çizememiş ve suni bunalımlardan da çıkamamıştır.
Türkiye’de durum bu gerçeğin merkezinde iken, yeni kurulan Türk devletleri de kapalı sömürü modeline doğru koşturulmaktadır. Bunlardan Azerbaycan Cumhuriyeti, Cenap lideri sayesinde Anglo-Saksonlara teslimiyette hayli mesafe almıştır. Yani Sovyet açık sömürüsünden kurtulup yeni bir kapalı sömürü ağına doğru düşürülmeye çalışılan bu ülkeler deki sömürgeci güç odaklarının kavgası, bilhassa Orta Asya pazarında sürmektedir. Bölgesel Türk yönetimleri ve Türkiye olaya sadece seyirci ya da yanlış yerde, yanlış görevde ve zamanda olma açısından katılmaktadırlar. Afganistan bu durumun en somut örneğidir.
Bir de Türklerin açık sömürü girdabında olanları da vardır. Bunlar Çin’den Rusya’ya, İran’dan Irak’a, Kırım’dan Balkanlara kadar yaygın bir şekilde varlıklarını, genelde baskılar altında sürdürmektedirler.
Son gurup Türkler ise, iş açısından Avrupa, Amerika ve Avustralya’ya göç eden insanlardan oluşmakta bunlar ise yüzer-gezer gurubu oluşturmakta iyi yetiştirilip işlenirlerse emperyalizmin karnında patlayabilecek mayınlara dönüşebilirler, ilgilenilmezlerse emperyalizmin yetiştirme tezgahından sokulup, işlenerek bir uzantı ya da apandisit çıkıntısı olarak Türkiye üstüne din bezirganı, bölücü, aşırı solcu bir bumerang olarak gönderilebilirler. Şimdi yapılan da maalesef budur.
Görüldüğü gibi Türk Devletleri, toplulukları ve şahısları, Kapalı ve açık sömürünün boyunduruğunda inim inim inletilmektedirler. Bu durumdan kurtulmanın modelini, üretme düşüncesinden ziyade, kuru-kalabalık lafların ekseninde, Mevlevi dervişlerinin dönerek yaptıkları hareket gibi, hareketler yapmanın anlamı, büyük ölçüde günümüzde anlamsızlığa dönüşmektedir. Artık laf salatasına son. Açık ve seçik çözümlere doğru gitmeliyiz. Sömürü girdabındaki Türk Dünyası ve onun beyni olan Türkiye, şu anki dünyanın yapısal konumu gereği AB’ne girmek zorundadır. Sonraki süreçler açısından, AB kalıcı mıdır yoksa bir atımlık barut mudur? Bunlar ayrıca tartışılabilir. Fakat AB gövdesi altındaki Almanya doğaldır ki kalıcıdır. Dolayısıyla olayın bu yönüyle uğraşmaktan ziyade, kötünün iyisi anlayışı hesaba katılarak Anti-Anglo-Sakson-Yahudi gurubunda yer alınmalıdır. Bu durum elbette birinci açıdan ABD’nin bölge sıtratejilerine aykırı bir gelişmedir. Bunu biz değil onlar düşünsün. Merakta etmeyin iyi düşünüyorlar, biz ilgisiz kaldığımız sürece Irak’tan Kafkasya’ya, Afganistan’dan Kazakistan’a kadar Türklerin aleyhine ve kendi lehlerine büyük tezgah ve oyun peşindedirler. Ladin ve Saddam ellerindeki balonlardan sadece bir kaçıdır. Apo’nun teslim edilmesi, Fetullah okullarının işlevindeki İngilizce’nin esas olması, bizler için düşürüldüğümüz kör kuyudaki ışığı görebilmemiz için açık ve somut delillerdir. Bunlara elbette başka örneklerde eklenebilir.
AB’nin bize, şimdiki süreçte kendi içersine almamak için dayattığı akıl dışı koşulları, bir daha ileri sürmediği (Bunun için de Türkiye’nin ne yapması gerektiğini aşağıda belirteceğiz) ve Türkiye Cumhuriyeti’nin de yeniden çizeceği, iç ve dış politikanın objektif şartları çerçevesinde, hareket etmemiz gerekmektedir. Bu yeni ve gerçekçi esaslar dahilinde, AB’ne girmeyi istemeliyiz diyorum. Bu açıdan AB’ni savunmayı çok ama çok gerekli bir durum olarak değerlendiriyorum. Bizden önceki üç ana gurupta ele aldığımız; AB yanlılarından farklı bir bakış açısına sahip olduğumuzu belirtmek istiyorum. Bizim dışımızdakiler açısından bazı örnekleri değerlendirmek istiyorum, farkımız anlaşılsın...

TÜRKİYE’DE ÖZEL SEKTÖR VE AB
Düşününüz bir özel sektörünüz var. Fakat sanayileşme sürecinde tekstil ve inşaat dışında ekseri taşeron, montajcı ve kompradorluktan öteye gidememiş...İşte bu özel sektör AB ile sözde bütünleşip, oralarda piyasaya girmeye istekli olacak ve bu isteği AB ‘nin ilgili kuruluşlarınca benimsenecek...Siz böyle bir masala inanabilir misiniz? Yani siz, kalitesiz otomotiv sektörünüzün Mersedes ile, BMV ile, Opel ve diğerleri ile ortaklığını hedefliyorsunuz ve karşınızdakilerin saf saf bunu kabul edeceğini mi düşünüyorsunuz? Efendim bizde Tofaş (Türk Otomobil Fabrikaları A.Ş.) Müdürü de Bernard Nahum Efendinin mahdumu değil mi? İtalyan Fiatla orantılı...Hele bir isimler zincirine bakınız! Kartal, Şahin, Doğan, (İyi ki Atmaca, Baykuş vs ismi yok) Serçe (En gerçekçi isim bu herhalde) Aslında olayın arkasındaki koç gurubu bunu hep yapmıyor mu? Arçelik, Aygaz, (Bozkurt Mensucat adı, her halde uyutma/uyuşturma anlamında miadını doldurdu ki devre dışı bırakıldı.) gibi...Halka dönük isimler...Parayı Türk milletinin üzerinden kazanmak ve en azından isim bazında milli olmak mı lazım?
Efendim bizim Reno ile de bağlantımız ve Bursa’da da bir sürü tesisimiz var, diyenlerde çıkabilir. Biz yok demedik ki, Siz siz olarak var mısınız? Peki neden yoksunuz? Böyle kapitaliste ne denir biliyor musunuz?
Önce şunu anlayın efendiler! Kapitalist, enayi demek değildir. Kapitalist demek, cepten para yemek de değildir. Zaten öyle olmuş olsaydı, Avrupa Kapitalizmi daha 1850 lerde topu dikerdi. Dikkat buyurun onun için kısa zamanda topu dikeceğini 1848 de söyleyen Karl Marks ve yoldaşı Engels’in izinde gidenler, çoktan topu dikmişlerdir. Hem de öyle bir dikiş ki; bunlardan bir kısmı da kapitalistlerin kucağında, onların her yerini yalayarak, onları kahraman gibi gösterecek kadar da, para uğruna aşağılık bir mahluk olmuşlardır. Ve bugün de bakarsanız bunların kalıntılarının, en üst işveren örgütlerine kadar uzanmış olduğunu da görürsünüz.
Kısaca demek istiyorum ki, birinci gurubun ateşli savunucularından görünen bazı işadamları, özde Türkiye’nin AB’ne kesinlikle girmesini istememektedirler. Aslında hazırladıkları/hazırlattıkları metinler, Türk kamuoyunu bölmek, tahrik etmek ve bu tahrikin ışığında, gelirlerine gelir katmayı sürdürmektir. Görünen köy budur.
Siz öyle bir ülke düşününüz ki zengin olmak için: devlete yamanalım, topluma sabah-akşam kalitesiz ve yetersiz mal satalım, KİT’leri yok etmek için altını oyup küfredelim ya da ettirelim, yine devletin himayesi altında palazlanalım, bunun içinde devletin arazilerini İzmit’ten Adapazarı’na peşkeş çekilim, vergilenmede cambazlıklar yapalım. Bu tablolar size bir çağrışım yaptı mı, bilmiyorum? İyi düşünün bu tablodaki zengin kahramanlar kimlerdir? Zavallı işçiler değil, onlardan da zavallı olan memurlar ve köylülerde değil. Hepsinden de kötü durumdaki işsizler hiç değil. Ya son darbeyi 22 Şubat 2001 de yiyen esnafta olmadığına göre, öyleyse kim ya da kimler? Evet bir bilmecem var çocuklar...Haydi sor sor... Bu ülkede yıllarca ABD kapitalizminin montajcı tasarımlarını gelişmiş bir sanayi ürünü gibi devletin iktidarlarına dayanarak, sürekli kamuoyuna pompalayan ve eylemlerinden dolayı boğazın yalılarının yeni sultanları olan, bir zümre vardır. Bunlar, sosyete desem değil. Köylü desem değil. Şehirli desem yine değil. Bir hilkat garibesi mübarek... Bu zümre oluşan AB gerçeğine karşı, durumlarını kurtarmak için sözde, AB adına hareket ediyormuş gibi tavır içine girmiş veya çevresiyle böyle görünmek için hareket ediyor...Bunlar kendilerinin AB’ne girmeleri halinde, kalitesizlik ve bir dizi karanlık politik ilişkilere dayanan yapılarının yok olacağını göremeyecek kadar kör değillerdir. Amaçlarının ABD itmesine ve Almanya tepkisine dönük olduğunu unutmayınız. Ne demiştik? Bunların yöntemi, toplumu tahrik edecek noktalardan harekete geçmektir.
Şimdi hatırlama sırası...Bunlardan hangisi, bir ara Bask modelini kamuoyuna duyurmaya kalkmıştı? Ya YDH diye diye en üst işveren örgütünün başından gelerek, numaracı cumhuriyetçilerle, Maocu kalıntılarla, tahrifçi Ermenilerle, dönek komünistlerle, din bezirganlarıyla el ele, koyun koyuna yoksulluk edebiyatına ve Kürtseverliğe soyunmak isteyenler kimlerdi? Ya Heybeliada’daki Papaz okuluyla veya Fener Rum Patrikhanesi ile sürekli dirsek teması aralığı, hizaya gelenleri hatırladınız mı?Ülkenin ekonomik boyutta talanında pay sahibi olanlar, utanmadan diğer alanlara el atabiliyorlardı. Aslında atmak zorundaydılar. Şu anki durum ve pozisyonları onlar için en idealdi. Onların yerinden oynatılmaması lazımdı. Onların aslında komprador kimliklerinden dolayı, AB içersinde yerleri yoktu.
AB misyonu itibariyle, elbette sömürme üzerine kurulan kapitalist bir anlayışla devletlerarası örgütlenme modeliydi. Vizyonu itibariyle de, dünya pazarlarındaki rakiplerini (ABD, Japonya vs.) alt etmek düşüncesini güdüyordu. Yani Türkiye’nin bu sanayisi ile AB’ne destek değil, ancak ve ancak önemli bir köstek olabilirdi. Bu sanayinin başındaki yetersiz sanayicilerde AB içinde ya da dünya pazarlarında değil (birkaç istisna hariç) sadece Türkiye’de ötebilirler. İşte bunu bilenler, bilmeyenlere anlatsınlar ve onların gerçek yüzlerini her fırsatta açığa çıkarsınlar...Sanmasınlar ki bunların demokratlaştığını ve kalitesizliği kaliteye tercih ettiklerini. Bağırmalarının nedeninin, kale burçlarını kaybetmemek olduğunu unutmasınlar...
Zaten Türk milletinin kaynaklarını derleyip, toparlayıp kalitesizleştirmek ve ipotek ettirmek, bu anlayışın ürünü değil mi? Elli yıldır bunu yapmıyorlar mı? Bu kazanç kapılarını ve yöntemlerini mi yok etmek istiyorlar? Yani kendi kendilerine Rus ruleti oyununa mı girmektedirler? Ya da bindikleri dalı mı kesmektedirler? Biz ekseri montajcı, (Türk kimliğine düşman ki olması, lazım çünkü kendisi komprador) insan tipine örnek verdik. Bu sözde sanayici örneklerini, diğer havadan para kazanan finansman sektöründeki taşeronlar içinde birebir oturtabilirsiniz. Bankacılık rezaleti de bunların örnekleriyle doludur.
Düşününüz ki Özal’ın 1980 de kurmaya/kurdurtmaya başladığı Bankacılık sistemindeki çarpık gelişmeler süreç içersinde rezaletlere, (Bankerler Olayı ya da son yirmi yılda batan/batırılan bankaları yönetenler ile bu işi tezgahlayanlardan doğru dürüst neden hesap sorulamıyor?) dönmedi mi? İçleri boşaltıla boşaltıla bir çok bankanın kaderi, fon adına milletin cebindeki paralara göz koyularak teslim alınmadı mı? Böyle üç kağıtçı, ucuz ve kolay kazanmayı temel almış olan bir finansman sektörünün, AB içindeki işlevi ne olabilir? Bu gelişmeleri objektif bir açıdan bakıp görür ve değerlendirirseniz eğer, AB’ne girmemek uğruna, içten içe çırpınan zengin insanları da, ufkun ötesinde kolayca fark edersiniz... Bu durumu bir de onların keselerinden ve Türkiye’ye hakimiyetleri cephesinden düşünün ve bu pozisyonlarını kaybetmemek uğruna, ters pozisyonlar açısından dahi neler yapabileceklerini de tasavvur ediniz...
Özel sektörden son olarak Özal’ın oluşturduğu iki buçuk medyayı örnek vermek istiyorum. Bu kartelleşen medya, AB içersinde kartelci olma özelliğini sürdüreceğine mi inanıyor? Çalışanlarına sendikal hak tanımayan, fakat gün be gün haktan, hukuktan ve dahi demokrasiden bahseden bu medyanın AB’nde yeri nedir? Bunlar gazete adına eşantiyon mu ya da eşantiyon adına gazete mi veriyorlar, belli değil? Böyle bir basının yeri AB’midir? Alırlar mı? Basından başka birbirlerine ajanlık, iş-bitiricilik suçlamalarını yapan ve küfreden ve içlerinde mahkeme kararlarıyla tescilli hırsız durumuna düşenlerin, AB bünyesinde itibarı ne olabilir? Yine bu basın, banka ve Televizyon kanallarına hükmetmekle, ne yapmak istemektedir? Yani Arap saçına dönmüş bir basın ki, doğruluk ve düzgüncülük zemininde ip atlıyor ve sözde AB şak şakçılığı yapıyor. Bunların samimiyetine inanıyor musunuz? Ben inanamıyorum. Neden derseniz? “Derviş’in fikri neyse, zikri de odur...” derler. Bu bağıntı ve bağlantıları, ABD itelemesi ve Almanya’nın karşı tepkisi boyutunda düşünürseniz, kör kuyudan çıkar ve ufuktaki güneşi görebilirsiniz.

TÜRKİYE’DE AB’Nİ SEVENLER(!)
Bunlardan bir kısmı, kendilerine verilen sığ düşüncenin bilgi boyutunun esiri olarak hareket etmekte ve AB’nin bizi hemen bünyesine alacağını ve ekonomik ve sosyal sorunlarımıza bir çırpıda çözüm geleceğine inanlardır. Halbuki üç kuruşa beş köfte nerede kaldı ki, AB’nde olsun...Bu iyi niyetli, fakat uyur-gezer tayfaya uyanmaları ve gerçekçi bir AB politikalarında hareket etmelerini temenni ediyoruz.
Ülkemizdeki bazı pili ve atımlık barutu bitmiş politikacıların da, durumlarını kurtarmak adına, AB taraftarlığına aşırı ve tahrik edici bir şekilde idame ettirip, kamuoyu üzerinde, kendilerince bir baskı unsuru oluşturma çabaları, hep bu pozisyonlarının sonucudur.
İslamcı çizgiyi kendi çıkarları için kullanan yazar, gurup ve partilerin de, dün tükürdüklerini yalarcasına ve yangından mal kaçırırcasına en koyu AB taraftarı olmaları, ABD ve Almanya’dan birisine, kulaktan kulağa yada kucaktan kucağa kadar yakın olmaları ile siyasi gelecekleri orantılı mıdır, dersiniz? Bu konuda falanca yerdeki toplantının ya da ABD büyükelçisinin, CİA yetiştirme veya yönlendirmecilerinin ilgi ve bilgileri var mıdır?Acaba onların kulaklarına kaçırılan kar suyu neticesinde, yakın süreçte doğan yeni Türk devletlerini doğduğu yerde boğma ya da ekonomik anlamda talan veya esir etme, düşüncesinin izleri mi vardır dersiniz?
Belki de onun için, İngilizce eğitim yapılan okullar, ilkbaharda açan papatyalar gibi tüm araziyi istila etmiş ve bu papatyaların gövdeleri dünyanın güneşi yerine, Anglo-Saksonların güneşinin yüzüne doğru dönmüştür, diye düşünemez misiniz? Bir zamanlar, G-7 adına muhalefet yapanlar ve bu uğurda hedef saptırıp, Nijerya gibi, Pakistan gibi ülkelerle birlik oluşturma palavrası altında, son tangolarını yapıp, olmayacak dualara amin edenler ve ederken de bu işin mali külfetini bu milletin kesesine ipotek yapanlar kimlerdi?
Yeni Türk Devletlerinin değil kapısından geçmek, adının telaffuzundan bile rahatsız olanlar, yine benzer şekilde; “Ne Mutlu Türküm Diyene” ya da “Türküm, Doğruyum, Çalışkanım” sözcüklerinden, Avrupa’nın Ortaçağında vebadan kaçan insanlar gibi, bu kelimelerden korkup tabanları yağlayarak kaçmıyorlar mıydı? Ya da her türlü pisliği, kalleşçesine bilinçsiz insanların beynine bulaşıcı anti-Türk virüsü atar gibi, Bingöl’de ve Siirt’te yüksekten atmıyorlar mıydı?
Bu takiyeci, çift kişilikli insanlar, Batı ve Orta Anadolu ile Akdeniz ve Karadeniz’de normal bir Türk gibi davranırken; Doğu ve Güneydoğuya gelince, kozasından çıkan bir tırtıl gibi kelebekleşip Kürt olmuyorlar mıydı? Türklükten Aziz Nesin kadar korkmalarının altında yatan sebep, acaba yeni Türk ülkelerinin Sovyet Rusya’sından kurtulması mıydı? Arkalarındaki efendiler, yeni şartlar için tavır almalarını mı istemişlerdi? Daha düne kadar Hıristiyan kulübü dedikleri ülkelere teslimiyet nedendi acaba? Yani onlarında AB’ne bakış açılarındaki olumluluk, kendilerince sözde demokrasi adına bir olumlulukmuş gibi gösterilse de, biz biliyoruz ki Türklüğün ön noktaya gelmemesi için, emperyalistler tarih boyunca bu yola, sürekli çimentolar, harçlar ve türlü türlü engeller döşemişlerdir, değil mi?. Döşetilen bu engellerin başında, dinin kendi çıkarları adına bir avuç bezirgan eliyle, kullanılması olayı bulunmamış mıdır? Bir de bölücülük bu konuda sürekli esas oğlan yapılmıştır, malumunuz olduğu üzere...Bölücülerinde hızlı AB yanlısı kesilmeleri de, birbirlerini anlama ve bu anlamdaki çıkar çizgisinden geçen düşüncenin, yeni Sevr ile bütünleştirilmeğe çalışılan Gürcistan-Ermenistan-Kürdistan ara tamponu ile orantılı bir şey olsa gerek.(Bu konu, başka bir yazımızda genişçe bir şekilde izah edilecektir.)
Ya Sol-Sosyal Demokrat ve Komünistler, bunların da önemli bir kesimi AB’ne gönül verdiklerini haykırmıyorlar mı? Pes doğrusu...Daha dün Sovyetler varken, komünizm umut iken, AET için ağza alınmayacak galiz sözler söyleyenler, ülkemizin bir Pazar olacağını belirtenler, bu geminin tayfaları değil miydi? Ne oldu da, yüz seksen derece dönüp, kelimenin doğru tespiti anlamında, tam tamına dönek oldular. Yoksa bunlarda mı icazeti, Türk Dünyasının kaynaklarını ABD’ne yada AB’ne peşkeş çekmek için aldılar?
Evet, Türk ülkelerinin kaynaklarını talanı için, Türkiye’yi uyuşturup devre dışı bıraktırma emrini, ayni ve nakdi komisyon karşılığı olarak, yabancı orijinli kuruluş ve vakıflarından alanlar elbette var. Bunların bazıları, Dev-Yol adı verilen 12 Eylül öncesinin taşeron bir solcu terör örgütüne kadar uzanmaktadır. Görüyor musunuz, bizi kan denizinde boğmak isteyenleri? Halklara Özgürlük diyenleri... Tek Yol Devrim diyenlerin ele başlarının arkalarındaki ellerin, dün ve bugün kimler olduğunu, hele bir düşünün. Onlar esas itibariyle özde işçi diktatörlüğüne inanmıyorlar mıydı? Burjuvaların diktatörlüğünü savunmak neyin nesiydi? Gerçekte belki de hep öyleydiler, burjuvanın ajanıydılar, fakat üzerlerine aldıkları malum tarihi roller, peşlerinden gelen insanları uyuşturmak ve yönlendirmek adına böyle farklı bir durumu gerektiriyordu.
Başka bir zevat gurubu da gazetelerde sürekli patronlar adına atıp tutacak ve o patronlar onların sürekli tıransfer yapmasına da imkan tanıyacak şekilde, köşe vereceklerdir. Bunların içindeki en kıdemlileri, önceleri sol adına, daha doğrusu TİP adına, en kaşarlanmış şekilde hareket edecek ve Batıyı ise sürekli sömürgecilikle suçlayacak ve sonra mahdumlar ve biraderlerle Özal’ın şirketindeki Sahibinin sesi firmasına ait bozuk bir pilak gibi her gün aynı şeyleri tekrar edip duracaktır.
Bu gibilerin geçirdiği siyasi evrim, Darvin’in ünlü teorisinden ilham alıp daha kolay, çıkarcı ve de çok hızlı bir şekilde oluşup gelişecek ve süreklilik arz edecek, bu evrim bir süreden sonra evrim olmaktan çıkıp sadece ve sadece döneklik olacaktır. Bu döneklik o kadar ileri gidecektir ki, dönekler artık, Batı gözlüğünü de kapitalist anlamda cesurca takacak ve tüm sol geçmişlerini şimdi de yeni bir yafta ile savunuyormuş hikayesiyle, bir kısım zavallıları uyuşturacaklardır. Aynı zamanda her yerde, her zaman İslam adına bezirganlık yapanlarla el ele verip, Türklüğe ve Atatürk’e vuracaklardır. Aldıkları tarihi ajanlık ve satış görevinin gereği budur. Bu onların kalemlerinin ne karşılığında satıldığının, diyetiyle orantılı bir şey olsa gerek...
Ya sendikalar ve özellikle de DİSK, geçmişinde hep olumsuz gösterdiği AB’ni şimdi niçin kabulleniyordu? Kapitalizme tam anlamıyla teslim olmanın amacı neydi? Tutunacak dal ya da oturulacak koltuk olan Sovyetler yok olduğu için miydi bu durum? Yoksa o da, ortaya çıkan yeni Türk ülkelerinin gölgesinden korkar mı olmuştu? Bu konuda daha fazla fikir yürütmeye şu an için gerek yoktur. AB taraftarlarının çizgilerindeki samimiyeti, geçmişten günümüze faaliyetleri ile ABD itmesi ve Almanya tepkisi boyutunda, ve de çıkan yeni Türk devletleri ile Türkiye Cumhuriyeti’nin dayanışma yapmasından korkusu açısından ele almakta fayda vardır, diyorum.

AB’NİN TÜRKİYE POLİTİKASINDA OLUMSUZ TUTUMUNUN ANA NEDENİ?
Arkadaşlar size şöyle bir tablo çizeyim: Siz Türkiye olarak, ihracatınızın, ithalatınızın önemli bir yüzdesini AB ülkeleriyle yapacaksınız. Turizm gelirlerinizin ana kazanç noktaları başta Almanya olmak üzere AB ülkelerine dayanacak, sonra yurt dışına emek için insan ihraç edeceksiniz. 1960-1980 arası insan ihracınız açık olarak ve 1980 den günümüze kadar da kapalı olarak sürecek... Bu sayısal olarak, üç milyon insanı bulacak. AB bünyesindeki bu nüfusun bir kısmının geliri, Türkiye’ye döviz olarak akacak ve siz buna sevineceksiniz. Bir kısım işçi kökenli yurttaşlarda AB içersinde küçükten büyüğe işletme sahibi olacaklar, siz yine sevineceksiniz. Sonra orada (bilhassa Almanya) yetişen bir kısım çocuklar gelecekler, Galatasaray’ın UEFA Kupası Şampiyonu olması ve Avrupa’nın Süper Kupasının kazanılmasına yardımcı olacaklar ve de 2002 Dünya Kupası’nda üçüncü olan Türkiye Milli takımının iskeletini de temel güç olarak taşıyacaklar ve siz katıla katıla sevineceksiniz...
Siz, ihracat, ithalat, turizm, dış göç, futbol vb şeyleri AB’nin ve bilhassa da Almanya’nın sırtına dayanarak yapmaya çalışacaksınız. Fakat iç ve dış siyaset, silah alımı ile İMF ve Dünya Bankası’na dayanan ekonomik çözümler için, ABD’nin kuyruğunun dibinden ayrılmayacak ve Bosna’dan Somali’ye, Irak’tan Afganistan’a, Kosova’dan Gürcistan’a sözünden çıkmayacaksınız. Böyle zamanlarda adama dur derler. Durmazsan vururuz derler...
İşte AB’nin ve bilhassa serdümenleri Almanya’nın yapmak istediği budur. Onların zaviyesinden bakmaya çalışırsanız eğer, müthiş bir şekilde haklı olduklarını görürsünüz. Evet siz Türkiye olarak Kafkasya’yı, Ortadoğu bölgesini (Filistin-Irak), Orta Asya Türk ülkelerini, ilgisiz veya yetersiz bir şekilde ancak ve ancak ABD gölgesinde takip edip, baş sallarsanız ve bu bölgelerde başta Almanya olmak üzere, AB ülkelerine karşı ABD tıkacı gibi tavır takınırsanız, elbette AB sizi boğmak ve parçalamak için her türlü oluşum ve girişimin içersinde değişik şahıs, gurup, kuruluş ve partilerle aktif bir biçimde yer alacaktır.
Daha öncede belirttik:AB, geçmişi sömürgeciliğe dayanan Avrupalı bir kısım ulusun, yirminci yüzyılda kaybettikleri açık sömürgelerini kendi aralarında birleşerek merkezi ve güçlü bir kapalı sömürge topluluğu oluşturma düşüncesi üzerine kurulan bir birliktir. Doğal ve en büyük rakipleri ABD’dir. Kavga bunun kavgasıdır. AB’nin bizi son yıllarda yoğun siyasi baskı altına alma düşüncesi bunun sonucudur.
Aralarındaki kavganın 1990 lı yıllarda kızışmasının ana nedeni, Sovyet gurubunun dağılması ve bu dağılmayla açığa çıkan pazarın (Bilhassa Kafkasya ve Orta Asya’daki Türk ülkeleri) sadece ABD eline geçmesini istemeyen AB, büyük bir mücadeleye Ortadoğu’dan (bilhassa Filistin ve Irak), Balkanlar ve Orta Avrupa’ya (Bosna faciası, Sırbistan’ın geciktirilmiş cezası, yapıştırma devletler Yugoslavya ve Çekoslovakya’nın parçalanması), Kafkasya’dan Orta Asya’ya kadar her yerde girişmektedir. Burada dikkat çeken nokta her iki kesiminde elinin Türkiye’ye mahkum olması ve Türkiye’nin ise gözü kapalı bir biçimde ABD’nin yanında veya ardında yer almasıdır. Bu zihniyeti bir koyup üç alma, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne ve Yirmi birinci Asır Türk Asrı olacak diyen ve gerçekte dediklerine inanmayanların süreci ve Türk dünyasının birbirleriyle olan inanç ve güven birliğini bozucu politikacıların yolları izlemiştir.
1980 sonrasında ABD, hakimiyetini resmileştirmek için, küreselleşme edebiyatını yöresel sözcüleri vasıtasıyla, fifti fifti, pirezidınt Buş, konsensus gibi yuvarlak laflarla, Türkiye’nin en tepesinden estirilen yozlaşmış kültür rüzgarı ve ekonominin direğini çökertmek için tezgaha koydurulan dolar oyunu ve ülkenin tansiyonunu sürekli yüksek tutmak için öne sürülen faiz cephesi ve Türkiye’nin boğazını sıkan İMF ve Dünya Bankası makasları karşısında ne yapabiliyoruz? Ne yaptık? Hangi Atatürkçü, hangi Türk milliyetçisi ve Türk dünyası aşığı bunlar karşısında ne çözüm üretti? Bu gün, Azerbaycan’ın işgal altındaki toprağı ABD’nin gölgesinde gitmekle kurtuluyor mu? Ya da kurtulacak mı? Buna inanıyor musunuz? Elli beş yıldır ABD’nin dizleri dibinde kul köle olmaktan öte neler kazandık? Küçük Amerika olduk, değil mi? Neler kaybettik, neler? Açık ve net olarak bir düşünülebilse...Al işte Irak Kırizinden 100 milyar dolar... Al işte PKK oyunundan 150 milyar dolar ve otuz bin ölü, on binlerce sakat, yetim ve mağdur insan... Özal ve pirenslerinin geliştirdiği ve Türkiye’ye miras bıraktıkları dolar kuru ile faiz makasları ve şişirme bankalar ve fonlar bilmem kaç milyar dolarla battılar/batırdılar. Al işte bankacılık ve finans sektörü? Esrara, eroyine alıştırılan insanlar gibi, dolara alıştırılan toplum, yastık altındaki, Merkez Bankasındaki ve diğer bankalardaki Dolar/Yuro’nun elde tutulması, kime ve kimlere daha çok ve neler kazandırmaktadır? Daha neler neler...
Biliyorsunuz biz devletimizi ve onun kurumlarını ve dahi onun bankalarını, babamızın öz malıymışçasına koruduk ve korurduk... Bugünde koruruz... Fakat, diyelim ki Emlak Bankası, diyelim ki ABD’de yetişen pirensler ve devleti ele geçiren zihniyet, evet sözde o banka devletin ve o banka milletin kaynağındaki birikimlerle oluşturulup ayakta tutuluyor ve ajan pirensler misyon ve vizyon adına bankanın içini bağırsaklarına kadar, sağır sultan duyarcasına boşaltıyorlar ve Civanlar olarak cıvalaşıp kaçıyorlar ve siz kendi kendinize devletimin bankası deyip, bir şeyler sayıklıyorsunuz ve bu sayıklamalar esnasında 24 Ocak 1980 ile 22 Şubat 2001 ABD patentli kumpasın içinde ezilip büzülüyorsunuz. Ve dahi her geçen gün, size dününüzü daha çok aratıyor ve bir türlü de ABD kumpasından çıkamıyorsunuz ya da çıkmak istemeyenlerin kucağında gidiyorsunuz. Devam edeceğiz...


www.ufukotesi.com - 09 / 2002  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.