Düşün/ce

 

Olcay Yazıcı  

Siyaset parçalı bulutlu


Siyaset, tabii ki isminin de çağrıştırdığı gibi “siyahî” yani karanlık, gölgeli, puslu, bulanık bir şey. “Beyaz. Berrak ve açık!” değil. Bu kervanın ne “ak”ı ak, ne “kızıl”ı kızıl. Akın içende kara, karanın içinde beyaz. Yeşilin içinde kızıl, kızılın içinde gri. Laiğin içinde mümin, müminin içinde liberal. Sosyalistin içinde muhafazakâr; muhafazakârın içinde sosyal demokrat. Ne “at”ı at, ne “eşeği” eşek. Hilkat garibesi bir ucube siyaset dedikleri.

Siyaset, tabii ki isminin de çağrıştırdığı gibi “siyahî” yani karanlık, gölgeli, puslu, bulanık bir şey. “Beyaz. Berrak ve açık!” değil. Bu kervanın ne “ak”ı ak, ne “kızıl”ı kızıl. Akın içende kara, karanın içinde beyaz. Yeşilin içinde kızıl, kızılın içinde gri. Laiğin içinde mümin, müminin içinde liberal. Sosyalistin içinde muhafazakâr; muhafazakârın içinde sosyal demokrat. Ne “at”ı at, ne “eşeği” eşek. Hilkat garibesi bir ucube siyaset dedikleri.

Ha, az kalsın unutuyordum. Bu ak-kara benzetmesi bir şeyi hatırlattı bana.
“Bizim zenciler” yani “öteki Türkiye’nin gerçek insanları” ile “Beyaz Türkler!”, yani poliüretan gövdeli metropol pipoluları. Göbeği şiş, beyni cılız fakat entrikayı iyi bilen kent soylu, mutlu azınlık. Seçim öncesi ittifak oyunlarının başını bu kesim çekiyor. Maksat, Anadolu’dan esecek kutlu rüzgârın önünü kesmek. Ne var ki, “Herkesin bir hesabı varsa, bizim de bir hesabımız var!” ihtarının mucibince, hiç merak etmeyin: “Olması gereken, olacaktır!”
KÖR KARGA VE ANKA KUŞU

Bir zamanlar, siyasetin, “İçi buğday dolu çuvalı çatlatmadan yere koyabilmektir!” şeklinde teşbihli ve ironik tarifi yapılırdı.

Kısaca siyaset, güneşi siyaha boyamak, büründürmektir de denilebilir. Göz boyamak. Kör kargayı, anka kuşu diye saf bir kuşçuya yamamak. Yani temelde bu bir “kirli akça” işi.
Neyse ne? Siyasetin ilmî-sosyolojik tarifi ve analizi elbette bir fikir adamına, bir edebiyatçıya düşmez. Düşerse de, o siyaset gözden düşer. Eğer hâlâ düşecek bir mesafesi kalmışsa haklın gözünde.
Artık siyasiler saatlerini yeniden kursun. Merak etmesinler, bu saf millet yıllarca çok oyuna geldi ve yine gelmeye hazırdır. Yeter ki, siz bu ikiyüzlülüğü, bu münafıklığı, bu bukalemunluğu, bu çıfıt statüyü kendinize yakıştırın.

Evet Türk siyaseti parçalı bulutlu. Hepsinin bir defosu, bir eksiği, bir yalanı-dolanı var. Hiç birinin gökyüzü som atlastan, saf ipekten değil. Nedir bu parçalı bulutlar, nedir bu siyaset serlevhasındaki “kara lekeler”, “ahlâk tabakası delikleri?” Onlara kısaca temas etmeye çalışalım.

Fakat isim zikretmeden. Hangi kara leke kime denk düşüyor, hangi defo kimin kumaşına uygun; hangi yırtık kimin elbisesinde açıkça görülüyor, hangi kırılma, hangi yarık kimin anlında belirgin olarak mührünü barındırıyor, bir zahmet onu da siz tahmin ediverin.

SAĞ GÖSTERİP, SOL VURANLAR
Ülkümüzü ve mülkümüzü bozanlar var bu sahada. Sağ gösterip, sol vuranlar var. Referansım İslâm’dır deyip, Batı durağında duranlar var.
Cem Karaca’nın, “Yüz bin kere tövbe eder, yine şarap içeriz!” dediği gibi, yüz bin defa “vatan-millet-Sakarya/su hep boşa akar ya!” mîsali, millete muhalefette refah ve huzur dağıtıp, “başını eteğiyle örtme” erotik ve hatta hakaretamiz teşbihlerde bulunup, sonra “sütten çıkmış ak kaşık” benzetmesiyle aynı koltuğa oturanlar.

“Eşkıya dünyaya hükümran olmaz!” naraları atıp, millete ekonomiden sosyal hayata, kültürden medeniyet sahasına kadar yeni bir “ergenekon”/kutlu, soylu çıkış vadedenler, ciddi devlet adamlığını, surat asmayla eş düşünenler ve “ak güvercin” karşısında, değişime uğramış zavallı bir “börteçine” gibi ve de Ramses heykelini andırır bir yüz dökümü ile pusup-duranlar var bu arenada.
Örtülü ödenekten destekli, ülkenin resmî partisi iken, barajı aşamayanlar ve şair Sezai Karakoç’un veciz ifadesiyle “yaşamıyor gibi, yaşamıyor gibi yaşayanlar” ve her nedense, Anadolu gerçeğini, Şeyh Edebâlî bilgeliğini sosyalizme, yerli ve bizden bir sosyalizme yakın bulanlar; fakat buna karşılık Anadolu anasının “iffet örtüsünü” irticanın sembolü diye tanımlayanlar, şimdi utanıp, sıkılmadan bu mazlum ve mazbut halktan oy isteme başladı.
GİTTİ SİTE, GELDİ ETNİSİTE
Sonra o ne deli fişek açıklamalar. O ne saçma deklarasyonlar. Toplum denen, millet denen ana bütünün, bir kesitini, üstelik küçük bir kesitini öne çıkarıp, birlik-beraberlik vurgusunu ondan yana yapmak ve toplumun ana kütlesini burgulamak, kör testereyle kesmek.
E, nasıl olsa bu ana kütle sorgusuz sualsiz bizi desteklemek zorundadır. Çünkü aynı mukaddeslere inanıyoruz. Fakat o küçük kesit biraz şımarık, asi ve isyankâr. Onu elde etmede var büyük bir siyasî kâr. Oy, anam oy demek için oyu oyuna getirmek ve bu kesimi elde etmek gerekir, diye düşünenler var. Ve Gök Saraydan göçüp, paslı tenekeli kulübeye taşınanlar ve doğrusu seçim sandığında kaşınanlar var.
Bak kardeşim, bin insandan yanayım. Fakat ser toplum denen buzdağının tamamını görmez de, güneş alan az bir kesimini koruma altına alır ve ana kütleyi erimeye, yok olmaya maruz bırakırsan, ben “etnisiteyi” tanıyorum dersen, ben de seni tanımayırım derim. O zaman da, o tanıdığın etnisite ile yetinirsin seçimlerde.
Sen önce toplum kütlesini oluşturan ana bütünün, bütünlüğünü, vahdetini, niteliğini ve niceliğini (kimyasını ve simyasını) iyice bir analiz et. Öğren. Dersini ezberle. Meseleleri teşrih masasına yatır. Yatırmaz isen o seni seçim sandığı-musallasına yatırır ve bir daha kalkamazsın, haberin olsun! ABD’de yetişme prenslerinin ne idraki, ne irfanı yeter toplumun gerçek DNA’sını çözümlemeye.
Evet, belki elleri toprak kokmalı bu kurmayların, ama esasen beyni irfan rayihasıyla kuşanmış olmalı. Yani, ‘Türk cihan hâkimiyeti mefküresi’ni (Osman Turan hocanın mekânı cennet olsun. Nasıl da bir cümleye sığdırmış, koca bir âlemi.) bütün fakülteleri ile kavrama kudretine sahip olmalı.

Sizin elitinizin(!) görebildiği, o da yarı-buçuk ve dar bir açıdan, Türkiye’nin son 15-20 yılı. Oysa millet yüzlerce yıllık bir birikimin, bir geleneğin, bir fikrin ve bir terkibin tekamülü ile oluşur. Bu kütle (toplum denen bütün) dört ana kaide üzerinde durur. Siz kaidelerden üçünü göz ardı eder de, siyasî rantı, sosyal etkinliği var diye, popülist politikalar (buna Hasan Pulur usta ne güzel isim bulmuş: halk dalkavukluğu, diye!) üretir ve toplumu tek ayak üstünde tutmaya çalışırsanız, eğreti kalır ve erken gidersinizi. Bu bir sosyal vakıadır. İlmî realitedir. Göz ardı edilemez. Göz ardı edenin gözünün yaşına bakılmaz. Çünkü bu gecekondu tavrı, eşyanın tabiatına ve tabiatın gerçeğine ters bir durumdur.
Sizleri izlerken, ne kadar takiye (imaj kaydırma) yaptığınızı, ne kadar kırılıp, döküldüğünüzü, ne kadar irreel eğriler çizdiğinizi, sökülen yanınızı kırık uçlu iğnelerle dikme telaşına düştüğünüzü gördükçe, emin olun cidden üzülüyoruz.

EZİKLİK VE EKSİKLİK PSİKOLOJİSİ
Tabii ki bu eziklik ve eksiklik sadece sizin kırık notunuz değil; kişiye açık ve dürüst olma hakkı tanımayan sistemin de bunda rolü var. Fakat ortaya bir çelişki hatta büyük bir paradoks çıkıyor: Kendiniz kaldığınız zaman, etrafınızda surlar örülüyor. Surlar aşmak için başkalaşmak zorunda kalıyorsunuz. Başkalaşınca da, farklılığınıza bağlanan ümitler yok oluyor. Bu bir fasit daire.
Bu şeytan denklem nasıl sağlanacak/ya da bozulacak, bu anti-demokratik ve anti-insanî kuşatmadan, girdaptan/anafordan nasıl çıkılacak? Doğrusu, insanın kemâle ermesi ve bir başkasının hayat alanını daraltma konumundan hicap duymasıyla, ancak bu zül durumdan çıkılabilir. Ama insan bu fazileti pek yakında gösterebilecek mi, şahsen pek ümitli değilim.
Bu işin, siyasette gerçek hükümet etmenin, hükmünü yürürlüğe koymanın ve hakikî mânâsı ile iktidar olmanın sokağa hâkim olmakla mümkün kılınamadığını sizden önceki acı tecrübeler öğretmiştir.
Çünkü iktidar olmak kemiyet işi değil, keyfiyet işidir ve ne yazık ki, akıl hocalarınız, kanat önderleriniz, siyasî-sosyal mühendisleriniz ülke bütününü kavrayacak; kuşatacak, hafızasına sığdıracak kudrette ve büyük kütleyi kafasına sığdırabilecek müktesebattan yoksun. Çünkü bu ülkenin kültür-yoğun geçmişi öylesine hacimli ki, küçük beyinlerin istiap haddini çok aşıyor.

ESKİ KAZANA “YENİ” YAMA
Ters kutuptan, ‘eski yeniler’e gelince. Allah aşkına, sosyalizm adına neyiniz yeni sizin? Eski tas, eski hamam. Sadece tellak, keçe değiştirmiş. Biraz daha ‘yumuşak’, biraz daha liberal, hatta ‘sosyal-liberal sentez” bulamacı. Biraz daha düşük yoğunluklu, biraz daha eksik kalorili.
Doğup büyüdüğüm yörede çocukluğumda bir tekerleme söylenirdi: “Eski kazana yeni yama, vururum amma, vururum amma!..” Birden onu hatırladım nedense?

Külhanbeyi, “derviş” kılığına girmiş. Hem laik, hem Allah rızası için bir oy! İstiyor. (Rabbim, nerelerden nerelere geldik. 70’li yıllar toz-dumandı, havada nerede ise kurşun kurşuna değiyordu. Ama itiraf edelim ki, daha şahsiyetli, daha onurlu duruşu vardı, sağın da, solunda. İnsan yapısı ne kadar da deforme oldu böyle. İçten gelen, samimi ve kalbî katılımcı yakınlaşmaya, erdem donanımına, hatadan dönüşe elbette saygı duyarız. Fakat bu öyle bir şey değil. Menfaat, ikbal, makam hırsı ve şahsiyet çözülmesi sergiliyor açıkça. Bu da, herhalde insanlık adına alkışlanacak bir “yeni durum” olmasa gerektir.)

MÜSLÜMANSAN, KİLİSEDE İŞİN NE?
Rahmetli Osman dayım anlatırdı. “Bir gün bir kuş kiliseye girip haça pislemiş. Kilise papazı Hiristo, kuşa demiş ki, “ey kuş, eğer Müslüman idiysen, kilisede ne işin vardı!? Yok eğer, Hıristiyan idiysen, ne diye haça pisledin!”
Kıssadan hisse alacak siyasiler olacaktır İnşallah.

Sadece ihtilâl değil, siyaset de kendi çocuklarını yiyor.
Yıllarca aynı mücadele içerisinde bulunan biri için, “O da Batı kafalı, o da icazeti ABD’den aldı!” denilebiliyor. Dostluklar şeytan ve nefis kılıcı ile anında kesilmekte siyasette. Ne oğulun babaya hürmeti kalıyor, ne babanın oğula sevgisi. Öyleyse, demek ki gerçekten de, kirli bir şey siyaset. Kötü bir disiplin. Kötü bir sistem.

MAZİYE DÜŞEN GÖLGE
Ya sen, 2 bini aşkın genç ölüler şehrinin anısını nasıl bir kalemde sildin. Eskiden o gençler duvarlara “kan yazısı” ile “ak çağın” saf-düşünü yazıyordu. Ne acıdır ki, “gecekondu tavrınla” sen bu ak çağın, “kara gölgesi” oldun sadece.
Bir zamanlar öldürüldüğünde cebinden 35 kuruş çıkan vatan şehitleri için sembolik törenler düzenlenir ve bir ülkü yaşatılırdı yoksul ama onurlu salonlarda. Bir onurlu efsane dolaşırdı sloganlarda. Erişilemez gibi dursa da, herkesin gönlünde bir “kızıl elma” vardı. Şimdi, kızıl elmanın yerini, kızıl rüzgâr aldı. Bütün klasik erdemleri ve bütün klasik değerleri pazara çıkaran, yurdundan sürgün eyleyen bir âfet-rüzgâr. ‘Bu millet sürü idrakine sahiptir, geçmişi çok çabuk unutur. Biz yine işi toparlar ve voleyi vururuz!’ diyorsanız, yanılıyorsunuz. Yanıldığınızı görmenize de fazla bir zaman kalmadı zaten.
Salonlarınız süslendi, koltuklarınıza sıçradı genç şehitlerin kanı ve siz muhteşem bir maziyi kirleterek, ihtişam içinde çöktünüz. Çöküşünüz sizinle sınırlı kalsaydı gam yemezdik. Soylu bir hatırayı, yüce bir sevdayı yok ettiniz! Fiyonklu yakalar ve kırmızı plakalar, şahsiyetli geçmişinizin mezarı oldu. Siz artık duasız ölülersiniz! Duasız ve rahmetsiz ölüler!..
Yaylada koç-yiğit naraları atıp, şehirde “sahibinin sesi” şarkılarına eşlik etmek, nasıl bir statüdür ki, pek çabuk kabullendiniz onu.
Ah o, 70’li yıllar. Dağa taşa “Umudunuz Karaoğlan!” yazardı. Konuşunca yer yerinden oynardı. Kaş-göz, dudak, kirpik bir elde oynardı. “Olanak, olasılık, olası...Mavi gömleğin kolası” şarkıları söylenirdi. Kim derdi ki, yakın bir gelecekte yiğitlik şarkıları, çöküşün hüzünlü ağıtlarına dönüşecek!? Diyeceğim, hayat bir şey öğretiyor insanoğluna. Başlangıçta, sonu görebilmek, işte insanı insan kılan disiplin bu. Finalite şuuru.

EY “SEÇ”MEN, “OY”UNA GELME
Ey seç-men, kaç kere yanıldın, kaç kere aldatıldın, kaç kere istismar edildin? Kaç kere oyunla oyuna getirildin ve oy anam diye yakındın. Bunu unutma, maskelere kanma, altındaki yırtıcı kimliği unutma. Dürüst ve kaliteli insanların siyasete atılmasını gerçekleştirene kadar bu “oy”un sürecek. Oyunu şuurlu kullan, oyuna gelme. Oyunun üzerinde kumar oynamaya kalkışanlara bu fırsatı verme.
Zaten yıllar önce daha orta okulda bize, “Demokrasi en iyi rejim değil, en az kötü olan rejimdir!” diye tarif etmişlerdi. Siz de en azından, en az kötü olanı tercih edin bana kalırsa. Ötesini Allah’a bırakın. “O, hesabı çabuk görendir!” Hayat, kısa zaman içinde üç kâğıtçılara pirim verse de, uzun vadede dürüstler ve doğrular galip gelecektir.
“Biz düşünce kalıplarımızı kırdık, sıra sizde...” diyen ve soldan merkeze doğru bir seyir sergileyen parti, eğer söylediklerinde samimi ise (az da olsa kuşku taşıyoruz tabii ki) bu gerçekten alkışlanacak bir “dönüş” evet “döneklik” değil, “dönüş.” İyiye, güzel olana ve bu ülkenin sosyolojik, psikolojik gerçeğine, kültür ve medeniyet eksenine/merkezine/toplumsal damara/şahsiyet DNA’sına yaklaşma, kendisi olma, “yerlilik onurunu” geç de olsa kavrama yüceliğidir. Fakat, bu sadece “oy avcılığı” için yapılıyorsa, bu kez tepe taklak gidişleri daha feci olacak demektir. Dönmemek üzere gönderilirler çünkü. Ya da yeniden kenar parti olarak resmî varlıklarını, bitkisel hayat içerisinde sürdürürler.
Sağlam ve saygın bir duruş, her şahsiyet sahibi kişinin birinci vazifesidir. Benim bu paralelde, bu koordinatta, şu merkezde duruşum, bir başkasının duruşuna denk düşerse, ona angaje bir durum diye telakki edilirse gibi endişeler külliyen yersizdir. İnsana düşen, kendisine itibar kazandıran (kendisini kendisi yapan) onurlu konumda, o saygın “kimlik” durağında durmaktır. Bu duruş başkalarına yakın düşer, düşmez o ayrı bir mesele. Hiç de önemli değil.
Bir de, “bizimle olan sütten çıkmış ak kaşık, bizden ayrılan kömür küreğidir!” diyenler cemaati var ki, bu tavır İslamî bakış açısından binlerce mil uzaktır. Ve bu tavır o hizipleşmenin, kuşatıcılığından, samimiyetinden, ana gayelerinin “İslâmi yüceltmek ve yükseltmek” olup olmadığından şüpheye düşmemiz için yeter bir gerekçedir. Delil kabul edilebilecek bir senettir. Buradan anlıyoruz ki, vitrindeki maksatla, indî maksat bir değil.
Seçmeni “aptal bir seçici” olarak gören zihniyetin ardından, üstelik de 30 yıllık söz ve eylem tersliğine, farklılığına rağmen tekrar tekrar tercih etmek, hiç de hoş görülebilecek bir geri zekâlılık, saf dillik değil. At bile ayağı sürtüğü yerden bir daha geçmezmiş.
İnsan bu sürüp giden yanılgılar ve aldatılışlar macerasına ne diye devam eder acaba? Sandıktan başka hesap sorma imkânı yok. Ona göre, oyu sandığa atmadan, zarfı o ince ve dar aralıktan geçirmeden önce iyi düşünün.
Sizin “geçim sıkıntınızla”, İstanbul semalarını aydınlatan havaî fişek gösterilerini karşı karşıya getirin ve birilerinin “dünyevî saltanatı” için yem olma statüsünü tez elden terk edin. Sonra, o reklam spotunda olduğu gibi, “Demedi demeyin, Demeti dinleyin!” Ya da, “Akıllı olun ve parti-sil kullanın!”
Ya bu seçimde aklınızı iyi kullanıp, ‘sizi yok sayanlardan’ hıncınızı alın ya da 4 yıl boyunca bir daha yakınmayın.


www.ufukotesi.com - 09 / 2002  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.