Bu kadar derinlemesine bir yorum yapma noktasına girmeden sadece dünya hayatı ele alındığı zaman, insan ilişkilerinde hangi rejim olursa olsun ve o rejim ister sınıfsal, ister dinsel, ister özgürlükler adına ve dahi isterse de milli anlamda destek ve taban noktaları oluşturmuş olsa da, bir farklılıklar ve çıkarlar zemini üstüne oturmak zorundadır. Nasıl her binanın bir temeli varsa, binalar boşlukta durmuyorsa, rejimlerinde bir temeli olmak zorundadır. Gerisi lafı güzaftır.
Gerçekte AB’nin de varlığına taraf olan ülkelerin ilişkilerindeki ortak paydanın, çıkar düşüncesi üzerine oturtulmuş olduğunu elbette biliyoruz. Yirminci yüzyılın ortalarına kadar dünyanın hakimiyet modelinde Avrupalıların, sürekli şampiyon oldukları, tarihin tanıklığında herkesin malumudur. Fakat Avrupa uluslarının II.Dünya Savaşı ile büyük bir yıkıma uğradıklarını, bu yıkımın maddi yönlerden de öte, Sovyetlerin ideolojik ihracının baskısı altında kalmalarını, bu ideolojinin Avrupa’nın yarısını kontrol altına almış olmasını, Çin’e, Çin Hindine komünist çıkış yolunu yeni bir yol olarak göstermelerini ve ABD’nin de sahnenin önüne geçtiğini, bu durumunda Avrupalıların bünyelerini iyice sarsmış olduğunu tasavvur edebilirsiniz.
SÖMÜRGELERİNİ KAYBEDEN AB ÜYELERİ
Avrupa’da sömürgelerini kaybeden ilk iki ülke: Almanya ve İtalya idi. İkisi de savaş mağlubuydu. Elbette ellerinden ceza olarak, sömürgeleri alınacaktı. Güney Batı Afrika ve Orta Afrika, Almanya’dan; Libya ve Somali’nin bir kısmı da, İtalya’dan geri alınmıştı. Bu bölgelerde sözde yeni yönetimler oluşturulacak, bunlarda İngiltere ve ABD’nin denetimine düşecekti. Aslında ilk sömürgeleri kaybeden Almanya ve İtalya, Avrupa’da en geç birliklerini oluşturan (1871) ülkeler olduklarından, sömürgecilik avına da en son çıkan avcılar olarak belirmişler ve buldukları avlarda, diğer avcılara göre daha zayıf kalmıştı. Kaldı ki, doğruyu söylemek gerekirse, İtalya avlayacak doğru dürüst bir avda bulamamıştır. Bu nedenle de Libya’yı, bir oldu bitti ile birlikte Osmanlıdan çalmıştır.(1911)
Almanya ve İtalya yenilginin zoruyla devreden çıkmışlardır. İngiltere gövdesini ve gövdesinin üstündeki hazineyi taşıyamayan hamile hanımlara dönmüş olduğundan, durum tespiti yapan sürücü Çörçil, can ve kan bağının da olduğu ABD’ni esas almıştır. Onun güçlü bir katıra benzeyen bünyesinin yedekliğinde gidilmeyi uygun bulup, sözde dominyon bağımsızlıkları ile başka tür bir bağımlılık yaratıp, sömürgelerinin varlığı ve dirliğini ve bütünlüğünü, Hint ve Arap Yarımadasından, Anzakların kıtasındaki adalara, Kanada’dan Afrika’ya kadar pekiştirmiştir. Arada SSCB ve Çin, İngilizlerin dominyon pozisyona ideolojik olarak mikrop veya doğrudan parmak atmışlarsa da, ABD bu duruma istihbarat örgütlerinin yaklaşımlarıyla açık veya kapalı olmak üzere karşı adımlar atmıştır. Kısaca İngilizler, sömürgelerini açıktan kapalıya geçirip, ABD’ni de hakimiyet ortaklığında can simidi yaparak, durumu az acılı Adana veya acısız sünnet gibi geçiştirip, rahat nefes almış ve günümüzün sürecine taşıyabilmişlerdir.
Hollanda ve Belçika boylarına ve kilolarına bakmadan sömürmeye çalıştıkları Kongo/Zaire ve Endonezya’dan mecburen vazgeçeceklerdir. Et tırnaktan hiç kopar mı? Kopar elbet. Hele tırnak takma olursa kolay da kopar...Ya İspanya ile Portekiz, Avrupa’nın geçmişindeki en azılı ve en hızlı sömürge avcıları değiller miydi? Onlarda Salazar ve General Fıranko yönetimlerinin bitimlerine kadar direndiler. Sadece 1970’li yılların başındaki Portekiz’in sömürgeciliğini inceleyin yeter: yaklaşık 91.721 km2’lik ve 10 milyonluk Portekiz, 2.077.395 km2’ye ve 16 300 000 kişilikte sömürge topluluğuna hakimdi. Bu araziler Çin’deki Makao’dan, Endonezya’daki Timor adasına; Afrika’da Yeşilburun ve Sao Tome adalarına, Afrika’nın ana kara parçasındaki Mozabik,Angola ve Portekiz Gine’sine kadar uzanıyordu.
Fakat Avrupa’da sömürgelerini bırakmadaki en tutucu ülke olarak Fıransa görülecektir. O Fıransa ki, sömürgeleri için İngilizler gibi, dominyon politikası üretemediği ve ABD gibi yedekte bir kardeş bulamamanın hırçınlığı sonucunda, sömürgelerinde daha da katilleşip, daha acımasız ve korkunç olacaktır. O nedenle sömürgelerinde iyice batağa saplanıp, komünizm korkusuyla arazilerini, ya ABD’ne bırakıp kaçacak( Vietnam bölgesinde olduğu gibi) ya da Cezayir’de yaptığı gibi sürekli katliamlarla sorunu kendi lehine dondurma ya da durdurma çabasının sonucunda, bir buçuk milyon insanı yok edecektir. Fakat bu noktada da çıkış yolu bulamayacak, Dö gol gibi uzaktan kumandayla II.Dünya Savaşı’nda general yapılan ve sonrada Cumhurbaşkanı olan bu şahıs, 1969 yılında yönetimden tamamen uzaklaşıp, yaşlılık korkusuyla kendisine bir sığınma deliği ararken ertesi sene ölüp gidecektir. Kısaca tarihsel sömürge sapığı olan Avrupa ülkeleri, böbreklerinden kum döken bir insan gibi, sömürgelerini acıyla dökmeye başlamışlar ve bu süreci tamamlamaya çalışmışlardır.
AB’NİN SÜRECİNDE FIRANSA
Ekonomik birlik temelinde gelişen süreç, siyasi temele 1990’lardan itibaren hızlı bir şekilde kaymaya başlamıştır. Aslında AB, daha AET dönemindeyken, Fıransa’nın siyasi manevralarında durumu kullanmaya çalıştığı görülmektedir. Fıransa sömürgelerini kaybetmemek için 1950’lerin sonunda, o zamanki AET bünyesinde yeni bir manevra yapıp, açık sömürü açısından ilişki içinde bulunduğu ve artık zapt edemediği ülkeler bünyesinde bir deneme yapmıştır. Bu denemeye:
Fıransız Batı Afrikası (Senegal, Gine, Fildişi Sahili, Dohomey (Benin) Moritanya, Nijer, Yukarı Volta); Fıransız Ekvator Afrikası (Orta Kongo, Ubangişari, Çat ve Gabon); Sen Piyer ve Mikelon, Komor Adaları, Madagaskar, Fıransız Somalisi, Yeni Kaledonya, Fıransa’nın Okyanus Adaları, Avusturalya ile Atlantik’teki diğer toprakları, Müstakil Togo Cumhuriyeti ve Fıransız Kongosu, Ayrıca Cezayir, Martinik, Guadelup, Fıransız Guyanası, Monako, Fas, Tunus, Kamboçya, Laos, Vietnam gibi ülkelerle AET arasında bir ilişki kurmaya çalışmış hatta bu konuda Belçika, Hollanda ve İtalya’yı da yanına çekmiş ve konuyla ilgili olarak İtalyan Somalisi, Libya, Belçika Kongosu (Zaire), Hollanda Guyanası ve Hollanda Antillerini de gündeme getirmeye çalışmıştır. Fakat bir çözüm bulamamış bulamadıkça da Fıransa bunalıma girmiştir.
Fıransa sömürgelerini kaybetmenin sancısı ve bu konudaki tarihsel rakibi İngiltere’nin sömürgelerini danışıklı bir şekilde ABD’ye devretmesini de izlemiş, bu konudaki yalnızlığını görüp, kendi kendine çözümler üretmeye çalışıp, gerçekte kendi kamuoyunu avutmaktan öte gidememiştir. Bu politikaların sonucunda Anglo-Sakson güçlere karşı, zaman zaman açık ya da gizli cepheler oluşturmaya çalışmıştır. Başta Cezayir olmak üzere sömürge politikası iflas ettiğinden, 1966 yılında Nato’nun askeri kanadından çıkmıştır. 1984 yılından itibaren Batı Avrupa Birliği ordusunu oluşturma çabalarını canlı tutup, bunun sürecini devamlı tahrik etmiştir. Başlangıçtaki amacı Nato’yu; Nato’nun da asıl gücü olan Anglo-saksonlardan ABD’ni devre dışı bırakmaktır. O devre dışı kalırsa, İngiltere daha kolay dışlanabilirdi. Zaten AB’nin, AET isminin sürdüğü yıllarda, İngiltere’nin 1961 yılındaki tam üyelik baş vurusunu reddettiren Dö gol Fıransa’sıdır. İngiltere’nin 1967 yılındaki ikinci başvurusuna artık mecburen Fıransa göz yumacaktır.
Tüm gelişmelere paralel olarak Fıransa, anti Anglo-sakson mantığında hareket edip ABD muhalifi Libya gibi ülkelere silah satacak, Ayetullah Hümeyni gibi liderleri sözde demokrasi mantığında Paris’te koruyup besleyerek, Tahran’a yeni bir Şah gibi gönderecektir. Oysa Cezayirli Müslümanları, vatanlarında hunharca öldürtürken, demokratlık o zaman rafa kaldırılmıştır.
Fıransa yine başta SSCB olmak üzere, komünist ülkelerle ABD’ne inat olsun diye en geniş çerçevede ilişkilere geçecek, Devlet olarak, Fıransız sol ve Komünistlerinin ve sendikacılarının el altından güçlü kalmasını sağlayacak ve Avrupa’da, Paris Komününden beri (1871) çıkış ve diğer ülkelere bulaşma noktası olan bu ülkeyi, 68 baharının merkezi yapıp bir bilgisayar virüsü gibi, diğer ülke gençliklerine bulaştıracak ve diğer ülkelerden gelen komünist düşünceli yazar ve çizerlere en önemli üs olarak Paris şehrini muhafaza edecektir Amaç ABD anlayışına her alanda darbe vurmaktır. 1980’lere gelindiğinde Kanada’dan Kebek eyaletinin ayrılması için el altından destek çıkacaktır.
Fıransa’nın bu radikal Anglo-Sakson tutumu, kendi sömürgelerine sahip olamamasından, dünyadaki hakimiyet itibarını kaybetmesini hazmedememesinden kaynaklanıyordu. Fıransa, Anglo-Saksonlar dan o kadar rahatsızdır ki, bu rahatsızlığın temel boyutu elbette ekonomi olmakla birlikte, diğer bir boyutu da kültüreldir. İkinci Dünya Savaşından sonra dümene geçen ABD, başta Avrupa olmak üzere tüm dünyaya, boyalı içeceklerini ve ayakta yenilen hazır yiyeceklerini, bir kurtarıcı gibi sunarken; sinemasını, müziğini ve giyimini de getirmiştir.
Yani Koka Kolalar, Mak Danıldslar, Geri Kupırlar, Jon Vayneler, Sinatralar, Elvisler ve malumunuz bulu cinler...Hepsinden de öte İngilizce dili...Örneğin Türkiye’de II.Dünya Savaşı’na kadar Fıransızca çok önemli bir dil değil miydi? Ne oldu? 1945 sonrası Misuri gemisi, Marşal yardımı ve Küçük Amerika düşüncesi ile tarzan İngilizcesi esas oğlan oldu... 1980 sonrasının Özal yoluyla da, fifti fifti, Pirezidınt Buş, konsensus, Dolar, salgın hastalık yapan bir virüs gibi tüm Türkiye’ye bulaştırıldı.
Durumu kendi cephesinden gören Fıransa, Anglo-Saksonlara karşı tek başına, karşı duramayacağını elbette biliyor ve bu nedenle başta komünist ülkeler olmak üzere diğer ülkelere destek olmaya çalışıyordu. Oysa komünizm yıkıldı, şimdi ne yapılmalıydılar? Ellerinde AB diye bir şey vardı, onu nasıl kullanılmalıydılar?
AB’NİN ESAS GÜCÜ ALMANYA
Tüm dünyada Yahudi lobilerinin tüm olumsuz yaklaşım ve ajitasyonlarına rağmen, pek çok insanda Almanlara karşı bir sempati vardır. Sempati duyan insanların çoğu da fizyolojik olarak Alman’a benzemez. .Belki de içten içe örnek alma ya da benzeme isteği mi vardır, onu da bilemeyiz? Bugün Avrupa’ya geçmek ve orada yaşamak isteyenlerin esas tercih ettiği ülke Almanya’dır. Gaddarlıkla, faşizmle suçlanmalarına rağmen insanlar yine de Almanya’yı seçiyor. Komünist dönemin Doğu Avrupa’sının en gelişmiş ülkesi Doğu Almanya’ydı. Batı Avrupa’nın da en gelişmişi Batı Almanya’ydı. Belki de çalışkanlık genetik yapıların da olduğu için diğer insanların gitmek istediği ülkede Birleşik Almanya oluyor.
Almanya, Cermen ırkının en yoğun olduğu ülkedir. I. ve II. Dünya Savaşları sırasında ve sonrasında büyük insan kayıplarına uğramışsa da, tekrar kaynaklarını organize edip, yeni bir sürece sokup, gelişmede önemli boyutlara varmıştır. Almanya her süreç sonrasında ekonomik gücüne oranla politik güç de istemekte ve tarih boyunca da istemiştir. I. ve II. Dünya Savaşları bunun sonucudur. Gerçi II. Dünya Savaşı sonrasında ABD’den aldığı Marşal yardımı büyük fayda sağlamışsa da, bunu alan diğer ülkeler aynı beceriyi Almanya gibi yüksek düzeyde sağlayamamışlardır. Biz burada bu nedenle disiplinli toplum olmalarından ve genetik yapılarından bahsediyoruz.
Almanlar, 1945 sonrasında Anglo-Sakson-Yahudi Sermaye ve İslav kabalığı altında perişan edildiler. Ülkeleri dört parçaya bölündü. Arkasından Berlin şehri de ikiye bölünecektir. Bir kısım toprakları Polonya ve SSCB’ne verildi. Yılmadılar, çalıştılar, çalıştılar... Komünizmin ekonomik anlamda çöküşünde, Japonlar kadar etkili oldular. AB’nin en güçlü ekonomik bünyeye sahip ülkesi olarak belirdiler. İster Hıristiyan, ister Sosyal Demokrat olsunlar, önce Almanya dediler. Sonrası kolay...Karşılarında bulunan, insanlığı kanser mikrobu gibi saran komünizmin, içten içe çürümeye ve sallanmaya başladığını ve çatır çatır çatlayıp, çöküp gittiği günleri de gördüler.
Artık çalışmanın ekonomik ürünün siyasi görüntüsü, aynada görülmeliydi ve de görüldü. 1989 da Berlin Duvarı yerle bir ediliyordu. Artık zengin kapital sahibi Almanya, 17 milyonluk Doğu Almanya’yı, Rusya’dan tüm dünyanın gözünün içine baka baka satın alıyordu. 1990 yılı içersinde de tam tamına elli beş yıl sonra, iki Almanya birleşiyordu. Doğrusu da buydu. Çünkü onlarınki zoraki ayrılıktı. (Darısı kardeş Azerbaycan’ın başına. Yarının Vahit Azerbaycan’ını görmek, Elçibey’in rüyasını yaşamak dileği ile...Cenap Hazretleri, millete zorla cenap, cenap dedirte dedirte; bu konuda hem kendi uyuyor, daha da kötüsü tüm milletini korkuyla uyutuyor. Tarihin hakkındaki vereceği hüküm yaptıkları ile orantılı olacak, yasaklarla, korkutmalarla nereye kadar gidecek, onu da göreceğiz?)
Almanya ummadığı kadar hızlı, kolay ve hemen birleşti. Demek ki para esas güçtür. Para sahibi olana, aman ağam, aman paşam gel geç, ne istersen seç diyorlardı. Almanya istediğini yaptı yeni bir sürece girdi. Gerçi o her zaman, AB’nin her döneminde en güçlü ülkesiydi. Fakat her halde tarihten ders almış olmalı ki, sesini yükseltmek için zamanını ya da sırasını bekliyordu. En azından Fıransa gibi boşa kürek sallamıyordu.
İtalya’yı yetmişlerde iki milyar dolarlık kırediyle rahatlatanda Almanya’ydı. Neden rahatlatıyordu. Fıransızlar gibi komünistlere karşı yanlış taktik izlemesin diye... Fıransızların kendi komünistlerini,(komşunun çocuğuna kızıp ta kendi çocuğunu döven anne gibi-ters açıdan düşünün-) Anglo-Sakson düşmanlığına (gerek ABD de gerekse İngiltere’de komünistler son derece güçsüzdü.) karşı aptalcasına pohpohlamasını da güç hazmediyordu.
Artık Almanya hazırdı. Fakat içindeki saatli bomba, yani yaklaşık iki yüz bin ABD askeri ne olacaktı? Aynı sorunla Japonya’da karşı karşıyaydı. Almanya Komünizm sonrası Avrupa’nın şekillenmesine el atmalıydı. Tarih artık tersine dönmüştü. I. ve II. Dünya Savaşları sonrasında sınırları çizilen Avrupa’da hep Cermenler horlanmış ve de yıpratılmıştı. Sıra şimdi Cermenlerindi. Avrupa onların isteklerine göre şekillenmeliydi. İlk hareket Batı Berlin’in Doğu Berlin’le, Doğu Almanya’nın da Batı Almanya ile birleşmesiyle sağlanmıştı. Sırada Orta Avrupa ve Balkanlar vardı. Balkanlardaki yapıştırma devlet Yugoslavya ciğerlerine, bağırsaklarına kadar söküldü. Bu sökmede ki temel unsur olan Sırplar keskin bir İslav milliyetçisi oldukları için cezalandırılmalıydı ve bu arada Müslüman Boşnaklar da arada perişan edildiler. Bu durum Almanlar için önemli değildi. Sıloven ve Hırvatlar Cermen yörüngesine çekilip, Makedon, Boşnak, Arnavut ve Sırplar da sürekli istim üstünde tutulmalıydılar. Bu düşünce çok iyi işlendi. Balkan ülkeleri, Cermenlere tampon ve rakip olamayacak şekilde tam anlamıyla Balkanlaştırıldılar. Orta Avrupa’da Almanya’nın çok kızdığı tampon yapıştırma devlet olan Çokoslavakya’ da, acısız ve kansız bir şekilde Çek ve Sılovak Cumhuriyetleri olarak birbirinden ayrıldı. Fakat Çek Cumhuriyeti üzerindeki istekler bitmediği için Almanya Başbakanı Şiroyder, bu ülkeye yapacağı ziyareti iptal etmiştir. Bakalım Vaklav Havel yönetimi ne zaman onların istediğini onaylayacak. Sırada Polonya’da ki Alman toprağı ve Danzig koridoru ile Rusya’nın eski Purusya topraklarından almış olduğu kısım yok mu? Var elbet. Almanya parasının gücü ile Polonya’daki Alman asıllı vatandaşlara bazı hakları şimdiden kazandırmış durumda...Aynı konumdaki Ukrayna kökenliler hava aldılar. Almanya şu anda ekonomik gücünün doruğunda ve uzun ince bir yolda, sessiz ve derinden gidiyor. AB’ mi onu taşıyacak ya da omu AB’ni taşıyacak süreç gösterecek Karşıdaki pusuda Anglo-Sakson- Yahudi İttifakı el ele vermiş bekliyor. Kalenin anahtarı öyle kolay da verilmez.
AB’NİN VİZYONUNUN SON SÖZÜ
Avrupa’daki farklı farklı ülkelelerin AB şemsiyesi altında toplanmalarının ana düşüncesi ülkeden ülkeye değişmekle beraber, ortak paydadaki temel esas, Milli gelirin kişi başına düşme oranın yüksek tutulması ve refah seviyesinin korunması, geliştirilmesi şeklindedir. Bugün açık ve doğrudan sömürgecilik geleneğini genlerinde yaşayıp, tarihlerinde de yaşatmış olan Avrupalı ülkeler, şimdi merkezileşmiş bir güçle bu işe soyunmaktadırlar.
Bunlardan Yunanistan ve İtalya antik dönemin; İspanya ve Portekiz’de sonraki kuşakların sömürgenleri oldukları malumlarınızdır ve tarihin şaşmaz terazisinde yerlerini almışlardır. Şu anda değişen çağa ve ortama oranla, eski aktivliklerine dönemedikleri için, var olan pozisyona bulaşarak, hem kendi geleneksel yapıda unutulmuşluklarını giderip, bireylerinin de yaşam seviyesini yükseltme düşüncesiyle, AB’nin ağababalarının sırtına da bir kene gibi yapışıp yaşamak istemektedirler.
AB’nin büyüklerinden Fıransa itibarının düşmesinin ve sömürgeleri karşısında ezilmesinin (en son olarak eski sömürgesi Senegal 2002 Dünya Kupasında Eıransa’yı saf dışı bırakmadı mı?) intikamını alıp, eski günlerine tekrar dönme isteği nedeninden dolayı, Almanya ile aynı saflarda yer almaktadır. Almanya ise ezeli rakibi Anglo-Saksonlara karşı tek cepheden mücadelenin mümkün olmadığını, yakın tarih boyunca türlü acılara katlanarak gördüğü için, işi geniş cepheden almaktadır. Cermen-Katolik cephesi, araya nüfus açısından önemi olmayan Yunanistan ve Finlandya gibi Cermen ve Katolik kökenli olmayan ülkeleri de, sözde Avrupalılık ve demokrasi hoş görüsü içersinde kabul etmiş görünmektedir. Yani AB içindeki ülkelerin olaya yaklaşımı farklıdır. Bu gün bile bu fark Federasyon ve Konfederasyon açısından da çözülememiştir. Fakat tüm bunlara rağmen Amerikan modelindeki sürecin parti boyutu bir ölçüde yakalanmış gibidir. Buna göre Amerika’daki Demokratların çizgisinde, Sosyal Demokratlar ve Sosyalistler, Liberaller gibi guruplar bütünleşirken; cumhuriyetçiler açısından da Hıristiyan Demokratlar ile Muhafazakarlar bir bütünlük oluşturmaktadırlar. Acaba bizimkiler Saadetçilerle AKP’lilerde mi burayı üs yapacak? Yani Avrupa siyasi bölünmesi büyük ölçüde Amerika’ya benzedi. Komünistler bile kuzuya dönüp ortama ayak uydurdular. Koca koca işci sendikalarını dahi uysal bir kediye çevirmediler mi? İngiltere’de zaten bu konuda büyük bir sorun yoktu.
Ya Le Pen gibiler ve yükselen Avrupa ülkelerinin milliyetçiliklerinin ABD istihbaratları ile anti-AB düşüncesi açısından bir alış-verişleri var mıdır? AB’nin bir diğer benzer faaliyetide Dolar’a karşı Yuro olarak karşımıza çıktı. Ne güzel doların burnu sürtülecek mi acaba?
ANGLO-SAKSON-YAHUDİ İTTİFAKININ KARŞIT MÜCADELESİ
Bu gurup, II. Dünya Savaşından 1990’lara kadar, Sovyetlerle el ele verip dünyayı iki kutuplu hale getirmişti. Bu arada üçüncü dünya ülkelerinin birleşme ya da düşünce üretme sevdaları, 1960’larda Tito,Nehru gibi liderlerin Anadolu ağızıyla “Ayranı yok içmeye, atla gider s......a” şeklindeki atasözünün benzer bir uygulamasından başka bir şey değildi. Anglo-Sakson-Yahudi sermaye ittifakı ana gücünü “Komünizm” öcüsünden alıyor ve varlığını bu öcü yüzünden daha kolay sürdürüyordu. Bu şekilde İslam ülkelerinde “Yeşil Kuşak Teorilerine” kolayca destekler de bulabiliyordu. Zaten bu ittifakın II.Dünya Savaşı sonrasında ortaya koyduğu ilk önemli icraatı “İsrail Devleti”nin ay ışığından, gün ışığına çıkarılması
eylemi değil miydi?
Bu gurup, gücünü nereden alıyordu. Gurubun ana gücü elbette ekonomiktir. Dünya Bankası ve İMF, önemli ölçülerde bu gurubun denetimindedir. Hepsinin merkez üssü nedense hep ABD’dir. Bırakınız onları Birleşmiş Milletlerin merkezi bile ABD’den Avusturya’nın başkenti Viyana’ya taşınamadı. Hoş taşınsa ne olur ki? Mazlum milletlerle, düşmüş/düşürülmüş ülkelere karşı yaptırım da aslan kesilen bu kuruluş, İsrail ve ABD gibi ülkeler gündeme geldiğinde, kuzuya dönmüyor mu? Kaldı ki bu kuruluşun bırakın yaptırım gücünü, beş ülkeye ayrıcalık tanıması ne demek? Bu demokratik haklarla ve hukuk anlayışıyla bağdaşır mı? AB’nin ele başlarından Fıransa ve İngiltere bunu nasıl kabul ediyorlar? Üstelik bu kabulün halende sürdürülmesine hiç ses çıkarmıyorlar. Neden? Her halde insanlık için(!) İşte onların demokrasi anlayışı bu kadardır. Yani çıkarla orantılıdır.
Kaldı ki SSCB. dağılmadı mı? Sizlere ömür...Peki, onun veto hakkı ne oldu? Rusya’ya mı kaldı? Ayrılan on dört cumhuriyetin bu konudaki yetkisi ve etkisi nedir ya da ne değildir?
Dünyayı ekonomik, politik, askeri, teknolojik ve kültürel anlamda denetleyen malum ittifak, karşısındaki Sovyet gurubunun ağırlıklı olarak politik ve askeri zeminde bozuk bir pilak gibi, günün yirmi dört saati boyunca takılı kalmasından da faydalanarak, adı geçen gurubun yöneticilerinin ( Romanya Diktatörü Çavuşesku hariç) anasını ağlatmadan terki dünya ettirmiştir.
İşte Sovyetlerin bıraktığı bu boşluğa göz koyan AB’ni gören, malum Anglo-Sakson-Yahudi sermaye ittifakı, kalenin içindeki ajanları olan ve kendi para biriminden asla vazgeçmeyen ve ABD’nin de dizinin dibinden malum nedenlerden dolayı ayrılmayan İngiltere’ye, AB içinde güvenilir bir kardeş arayan ABD değil miydi? Acaba, bu nedenle mi sürekli Türkiye, Ukrayna ve Rusya gibi devasa gövdeleri, AB’ne doğru iteliyordu? Geçtiğimiz aylarda Berlin, Moskova, Paris güzergahında dolaşıp da Putin’in Rusya’sını Nato’ya doğru çeken Buş; acaba AB’ne tarihi bir kazık mı atıyordu? Kurulması istenilen ve Türkiye’nin açıktan, İngiltere ve ABD’nin el altından sürekli karşı çıktığı; buna mukabil bilhassa Yunanistan, Fıransa gibi ülkelerin açık açık önerdiği, Almanya’nın da bıyık altından kıs kıs gülerek desteklediği, Avrupa Birliği Ordusu düşüncesine ne büyü kazıktı ama...Meşhur Eflak Beyi Kazıklı Voyvodo bile bu kadar zamanlamalı bir kazık atamazdı.
Yoksa bu olay, aralarındaki siyasi bir satranç oyunundaki hamle sırası mıydı? Türkiye ve Türkler açısından AB gelecek sayıda ele alınacaktır. Bu köşeyi izleyenlere belki ters gelecek ama, gelecek sayıdaki başlığımız “AB’ne Girmeliyiz, Neden?.” Hemen şimdiden acele edip hakkımızda yargısız infaz yapmayın ve size değişik bir cepheden AB’ne giriş modeli sunacağım. Bu yazıyı, bilhassa Türkiye ve Türk Dünyası sevdalısı olanların durumu iyi tartıp, objektif bir biçimde ele alıp değerlendirmeleri gereklidir. Bu dönem Türk Dünyası için bir dönüşüm noktası olabilir. Ama hangi şartlardaki AB bizim için gereklidir? Bizim elimizdeki kozların ağırlık noktası nedir? İzlemeye devam edin...
|