Tarih Bilinci

 

Rasim Giresunlu  

Kıbrıs'ta anglo-saksonların ABD kolu


Daha önceki yazılarımızda ifade ettiğimiz gibi dünya sömürge şampiyonu Anglo-Saksonlardan İngiltere, tüm sömürgelerini İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Anglo-Sakson biraderi ABD’ye aralarındaki anlaşma çerçevesinde devrediyordu.

Bu sömürgelerin bir kısmı açık: (Kıbrıs, Malta, Hint yarımadası ve Afrika’dakiler gibi...); bir kısmı kapalı: (İran, Suudi Arabistan, Ürdün, Mısır gibi...); bir kısmı da soy kardeşliğine dönüktü: ( Kanada, Avusturalya ve Yeni Zellanda gibi...)
Artık devredilen arazilerde iki Anglo-Sakson ülke, birlikte hareket edecekti. İngilizlerin Akdeniz filosu yerine, ABD’nin altıncı filosu etkin olacaktı...Diğer deniz ve okyanuslarda da diğer Amerikan filoları, koca koca uçak gemileri ile boy göstereceklerdir.
Bu arada, açık sömürgelerin yularları da, sözde bağımsızlık adına gevşetilecek, daha doğru bir yaklaşımla, yeni bir bağlama metodu geliştirilecekti. İşte Hindistan, Pakistan, Kenya, Tanzanya, Sudan vs birçok ülke, böyle bir sezaryan metodu ile doğurtuluyordu. Bu akıbet Kıbrıs’ında başına gelecektir. Dikkat edilirse, yeni doğan bu ülkeler, o günden bugüne ne ekonomik anlamda tavan yapabiliyorlar, ne de insanları mutlu olabiliyor? Bir kısmı da siyasi iç çekişme ve sınır kavgalarıyla birbirlerini yiyip bitirmeye çalışıyor. Ne biçim bağımsızlıktır bu?!.
Kıbrıs üç ayak üstünde oturtulduysa da (İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın garantörlüğünde ) bu ayaklardaki denge uzun sürmedi. Neticede Samson adlı bir ajanın darbesi, Yunan Cuntası ile ABD’nin desteğine rağmen, Türkiye’nin müdahale kararına sebep olmuştur. İngiltere’nin hem AET (AB), hem de ABD yanlılığı her şeyi kıvırmasına, yani ben görmedim, duymadım tavrı içersine girmesine yol açmıştır. Evet ABD’nin itirazına rağmen müdahale kararı alan ve uygulayan Türkiye, onların gözüyle boyundan büyük işlere girişmişti. Eli ayağına dolandırılıp, tam anlamıyla sopalık bir şekilde cezalandırılmalıydı.
A.B.D. İLE KIBRIS’TA DANS ETMENİN CEZASI
Ceza emri yüksek yerden gelmişti. Uygulanacaktı. Kaçarı yoktu. Laf ağızdan bir kere çıkardı. Ve Türkiye’nin ceza biletini kesenler, harekete geçtiler. Artık acı ve sert yaptırımlar geliyordu. Adeta Türkiye, böğrüne kadar inletilecekti.
Ne demekti? Doğudan gelip de Batıyı dövmek. Ne demekti? Atilla döneminde Roma kapılarını aşındırmak... Sultan Alpaslan ile Anadolu’ya bir adımda girivermek( 1071)... Kanuni (1529) ve Merzifonlu Kara Mustafa Paşa (1683) eliyle Viyana kapılarını arşınlamak... Mustafa Kemal ile Ankara’da seymen olunup, Dumlupınar’da efelenmek... Ve dinlemeden 20 Temmuz 1974 günün sabahının köründe, Kıbrıs’a çıkmak... İşte bunun hesabıydı, hesap... Gerçi batılıların hiçbirisi gözünde Türkler övülemezdi. Bilakis dövülmeliydiler. Onlar için bu konu tam anlamıyla “Ayvaz kasap, hep bir hesap”dı...
Hele bu Türkler, bir ayağa kalkarsa, bela olmaz mıydılar? Daha önceleri, Avrupa’ya bela olmadılar mı? Yine mi bunlar? Bunların sürünen halleri dahi, Çanakkale’de ve Sakarya’da ayağa kalkmadı mı? Ve dünyada bu Türklerden etkilenen mazlum milletler, olmadı mı? Artık iş zamana bırakılmamalı, kesilen biletin faturası ödetilmeliydi. Ve de öyle oldu. Ne oldu? Çok ama çok şey değişti:
1974 ile birlikte Ermeni teröristler, Türkiye’nin Dış temsilciliklerine karşı yoğun bir saldırıya geçtiler. Oysa, A.B.D.’nin Kaliforniya Eyaleti’ndeki 1973 yılındaki ilk saldırı, bunak ve hasta ruhlu, yaşlı bir Ermeni’nin eylemiydi.1974 ve sonrası ise, bilinçli ve tek merkezli bir organizasyonun eseri gelişmeye başladı. (Bu saldırıların organizatörleri olanlar, Asalacı Ermenileri 1984 yılında PKK oluşumuna yapıştırıp, Lübnan’ın Bekaa Vadisinde birleşik şer cephelerinin tohumlarını atıp, erkek ve dişi militanlarını yetiştireceklerdir.)
1975 ile birlikte Abdullah Öcalan ve şürekası, Marksist-Leninist bir modelin görüntüsü altında, dünyadaki en şovenist anlayışlı saldırı hareketlerinden birisinin, zeminini hazırlarken, UKO’cu (Ulusal Kurtuluş Ordusu) ya da Apocular adıyla palazlanmaya başlatıldılar. Bu harekette, çok ince bir nokta vardı. Hareketin sol görüntüsü arkasındaki destek unsuru, doğal olarak Sovyet Rusya ve Çin gibi ülkeleri hatırlatıyorsa da, aslında hareketin niteliği kapitalistler tarafından da olumlu bulunuyor, ulusal ve anti emperyalist (Türkiye’ye karşı) bir temelde olduğu anlayışı da, onların kamuoyunca, sürekli bir şekilde dünyaya pompalandırılıyor ve militanlarına da kucak açılıyordu. Görüldüğü gibi, Kıbrıs’ta diklenmenin bedeli olarak, dışarıdan Ermeni Sorunu ve Terörü, içeriden de Kürt Sorunu ve Terörü üretilmişti. İş bununla kalsa, yine iyi sayılabilirdi.
Daha neler oldu? Çok şey...1974-1980 arası, bu ülkede iç savaş rüzgarları estirildi. Günde onlarca kişinin ölümüne yol açan olaylar yaşandı. Bu olaylarda, Türkiye tarihinin en acı günleri görüldü. Sanki, dönem, otoritesizlik anlamında bir çeşit Fetret Devriydi. Binlerce insan ve aileleri, bu olaylardan çeşitli boyutlarda etkilendiler. Her ne hikmetse, olaylar 24 Ocak 1980 sonrası, iyice alevlendirildi ve 12 Eylül 1980 sonrası, minimuma doğru inmeye başladı. Oysa o dönemin liderleri 1987 lerden sonra tekrar gündeme geldiler ve o günden bugüne aktif politikacı olarak da Başbakan ve Cumhurbaşkanı olarak görev aldılar. Fakat 12 Eylül öncesinin eylemleri bir daha o boyutta görülmedi. Acaba, bu ülke üzerinde o işleri tezgahlayanların yeni sıtratejileri, kültür ve kimlik erozyonları ile ekonomik ve sosyal anlayışta çürütme ve dağıtma mıydı?
Türkiye, 1974-1980 arası döviz bunalımında, (Demirel’in tabiriyle 70 sente muhtaçtı) en üst noktaya çıkartılmıştı. Adeta ülke, askeri ambargonun yanı sıra ekonomik ambargonun da pençesine, düşürülmeye çalışılıyordu. Yokluklar diz boyunu çoktan aşmıştı. Karaborsa almış başını gidiyordu. Sanki Türkiye’nin üstünde görünmez bir güç ya da bir sihirbaz vardı. Katı ve sıvı yağlar, Maltepe ve Samsun sigaraları, ev ve piknik tipi tüpgazlar yer yarılmışta yok olmuşlardı ya da görüldükleri yerlerde yok oluyorlardı. Tüm ülkede kuyruklar almış başını gitmişti. Okullarda yakıt yokluğu ve kış olduğundan ısınma sorunları vardı.
Acaba Küçük Amerika düşüncesinin mimar ve mühendislerinin başı olan Celal Bayar’ın: komünizmin böyle bir kışta geleceği kehaneti, o dönemi mi işaret ediyordu? Oysa zincirlerinden başka pek çok şeyi kaybedecek olan Koçlar ve Sabancılardan yüksek seslerin açıktan çıkmadığı malumdu. Onlar hiç isterler miydi, sermayelerini kediye yüklemeyi? Pardon karıştırdım, yani komünizme vermeyi? Üstelik işadamlarının büyükbaşları ve dernekleri, hükümete (Ecevit’e) kafa tutuyordu. Devirmek için gazetelere çarşaf çarşaf ilan veriyorlardı. Hepsinden öte A.B.D., Sovyetler Birliği ile doğrudan en uzun kara sınırına (Diğer sınırı olan ülke Norveç’ti.) sahip bulunan, ve Karadeniz’i paylaşan ve boğazların başında bulunan, bir Nato ülkesi olan Türkiye’ye ambargo koyuyordu. Ne büyük kin ve hedefti ki, bu işin peşini de bir türlü bırakmıyordu...
Aynı zamanda bu nasıl ve ne biçim bir müttefiklik ya da dostluktu. Görüntünün anlaşılır tarafı yoktu. Sanki pire uğruna, yorgan yakılıyordu. Oysa derinlemesine bakıldığında, her şey açık ve netti. Tüm bunların sebebi, Kıbrıs ve oraya adım atan kahraman Türk askerinin, emperyalizmin ağa-babasından izinsiz çıkmış olması idi.
Türklerin ayağa kalkışı, ne pahasına olursa olsun önlenmeliydi. Bu terörle olabilir, bu iç savaş zorlamasıyla olabilir, bu ekonomik bozulma ve çöküşle olabilirdi. 1974-1980 arası bu tablo yaşandı ve yaşatıldı. O tablonun içindeki renk cümbüşünde, yer edinen bazı sivrilmiş kişilerin, ülkenin genç insanlarını, yazıları ve eylemleri ile yönlendiren ve baştan çıkaran tutumları vardı.
O yönlendirici/yöneticilerin bugünkü süreçte, o günkü bulundukları yerden yüz-seksen derece öteye fırlamaları ve bugünkü yerlerine Yazar, Milletvekili ve Bakan olarak gelmeleri ve hatta hatta o zamanlardaki rakipleriyle günümüzde aynı gazetelerde, aynı televizyon kanallarında boy ya da en göstermeleri acaba neyin nesidir? Günümüzdeki çıkar birliğini yaşadıkları yeni kardeşleriyle, hiçbir şey olmamışçasına, utanmadan elele verip, bazı olayların müsebbipleri değilmişçesine hareket etmeleri ve ulus-devlet düşmanlığında buluşmaları ya da buluşanları, alkışlamaları ya da seyretmeleri, ne kadar büyük bir talihsizlik.
1980 öncesinde, bir ihtimal, belki de bu tip insanların yönlendirmesiyle, kendisini bir mücadele içersinde bularak hayatını kaybedenlerin adına, ne kadar vahim bir durumdur, bu tablo. Bu dönekler adına kardeşlik, dostluk ve milletin kaynaklarını talan etme zevki, normal bir olay olabilir. Giden canların, umutların ve yılların veballeri kimlerin üstündedir?
Oysa bir kısım yönlendirici insanların, yerlerinin bugün için, dünkü çizgilerinden vebadan kaçarcasına ya da her şeyi reddedercesine kopuk olması, onların tarihsel ajan-purovakatör olma pozisyonları ile açıklanabilir mi? Eğer onlar kendilerini sütten çıkan ak kaşık olarak şimdilerde de gösterip, geçmişin yönlendirilmesindeki boyutlarını Demirel gibi, “Dün dündür,bugün bugündür” anlayış ve görüşüyle ya da belge bulun, gösterin edebiyatı ile çırpınacaklarsa; “Rüşvetin belgesi olur mu?” diyen beyinleri kendilerine havale ederiz. Çünkü hayinliğin belgesi de öyle kolay bulunacak türden değildir. Çünkü ihanet eden itin tasması, ancak gerçek sahibinin elindedir...
SONRA NE OLDU?
Sonraki dönemde Türkiye, tam A.B.D.’nin istediği kıvama doğru, kısık ateşte getirildi. Ülke Anglo-Sakson kültüre, eğitimde ve gündelik basit yaşantıda dahi, teslim edilme sürecine sokuldu. Bu süreç o kadar ustaca hazırlandı ki, pek çok insan ne olup bittiğini anlamadan, gündelik yaşantının ekonomik yüküyle ve “ Orta-direk” edebiyatıyla avutuldu. Çünkü demir tavında dövülürdü. Öylede yapıldı. Bugün yirmi yıl sonra Orta-direk kelimesinin dahi unutulduğu görülmektedir. Bir tek istisna hariç, o da: “Orta-direk Şaban” yani bu kavram ancak ve ancak rahmetli Kemal Sunal’ın filmindeki bir kahraman olarak kaldı. Orta-direk edebiyatı yapanlar, kelimenin özünden o dönemin sürecinde alacaklarını almışlar ve posasını da çöpe atmışlardı. Kemal Sunal’ ınkini hatırlamamızın nedeni de, sabah-akşam sakız çiğner gibi bu filmleri ekranlara getiren, televizyonlar yüzünden değil midir?..Demek ki bu ülkede gerçek vizyon adamı ‘Sunal’ mış; bize sürekli olarak dönek gazetecilerin gösterdiği ise sahtesiymiş. Nereden biliyoruz. On yılda dedikleri ya karıştı, ya da unutuldu da ondan... . 1980 sonrası Yabancı Dil Eğitimi yaygınlaştırıldı. Ekonomide var olan kaynaklar, geleceğimizin de ipotek edilmesi adına, serbest piyasa palavrası altında, talan edilmeye başlandı. Borç-Faiz-devalüasyon-enflasyon oyunu iyice geliştirildi. Dolar neredeyse resmi para gibi, her yerde geçer akçe haline getirildi. Dolarla yatar, dolarla kalkar olduk. Falanca olay olsa, dolar fırlar, filanca yönetici hapşırsa dolar yine fırlar hale geldik. Nisan 1994 ve Şubat 2001 deki sıkışmalar, çağ atlatıldığı söylenen Türkiye’nin, büyük bir palavra sürecinden geçmiş/geçirilmiş olduğunu gösterdi. Bu kaçınılmaz bir son olarak toplumun bünyesinde patladı. Yine borç işine girildi. Demokrasi adına da laubalilik, çıkarcılık esas alındı. Bir gecede dolarlarına taze gelirler katanlar mutluluktan uçarken, böylesi durumlarda her zaman olduğu gibi, millete kan ağlamak düşüyordu.
Yalnız bu arada,1980 lerin sonlarına doğru şansta yüzümüze güldü. Çünkü koskoca S.S.C.B. çatır çatır çöktü. Piyasalar biraz rahatladı. Artık Türkiye A.B.D. için, yeni Türk ülkelerine sadece bir sıçrama taşı olacaktı ki, aradan A.B. diye bir şey çıktı. A.B.’ın yükselişi ve (Gerçekte 12 Eylül askeri yönetimi sözde irticayı baş düşman ilan etmiş, MSP’nin Konya Mitingini bardağı taşıran son eylem olarak kullanıp, yönetime el koymuştu. Fakat Özal’ın MSP İzmir Milletvekili adayı bulunması, kardeşi Korkut Özal’ın o partiden olması, ailenin İskenderpaşa camii ekolüne yakın bulunması, ondan da öte mürşitleri M.Z.Kotku’nun 12 Eylül’ün hemen akabinde ölüp, Süleymaniye Camiine özel bir izinle gömülmesi, olayları ) Özal’ın alt yapısının çok güçlü olduğunu, buna konseyinde direnemediğini gösterdi.
A.B.D.’nin isteğine yakın türde, sosyo-politik ve sosyo-ekonomik politikalar üretilmesi üzerine, A.B.D. ile A.B. arasında bölgemizde, Türkiye’ye yönelik kaçınılmaz mücadele ve çelişkiler çıkmaya da başladı. Bu sırada A.B.D.’nin, Türkiye üzerindeki yoğun-baskısı (1974-1980), kısmi baskıya dönüşecekti. Bundan sonrada, Türkiye daha sıkı bir siyasi ve askeri yapılanma anlayışı itibariyle, A.B.D. ile birlikte hareket etmeye başlayacaktı. Fakat A.B.D.’nin yoğun baskısı yerine, A.B.’nin yoğun baskısı, bu boşluğu Türkiye üzerinde doldurmaya başlayacaktır. Neden? Çünkü AB’nini çıkarından ziyade ABD’nin çıkar zeminine açıktan kaydığımız için... O da kıskanıyordu elbet...
Kıbrıs Sorunu, 1980 den günümüze kadar bir ölçüde dondurulmuş şekilde gelmiştir.1974-1980 yılları arasında Türkiye’nin dünya kamuoyunda yalnızlığı ile geçen zamanda, Kıbrıs Türk Federe Devleti (KTFD kuruluşu 13 Şubat 1975) deneyimi yaşanmışsa da (1975-1983), soğuk savaşın yoğun mücadelesinde, sözde dostlarında olumsuz tavırları, bu devleti etkin kılmamıştır. A.B.D.’nin Türkiye üzerindeki yoğun baskısı, kısmi baskıya dönünce, ülke içersinde korkunç bir şekilde yaşanan terörü bitirmiş, ekonomik sorunun TÜSİAD yönü ve kuyruklardaki görüntüler silinmiş, bölücü terör uyutulmuş (1984’e kadar) ASALA kaynaklı dış terör 1984 de sıfırlanmış ya da daha doğru bir ifade ile PKK’nın içine monte edilmiştir.
.A.B.D.’nin istediği rotaya ekonomide, politikada girmiş olan Türkiye, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında, Nato’nun askeri kanadından çıkan Yunanistan’ı, Amerikalı General Rocırs’ın talebi doğrultusunda, Evren’in onay vermesiyle, gerisin geriye tekrar aldırtıyordu Bu arada, Türkiye, Kıbrıs’ta kendini ve kamuoyunu rahatlatmak için Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) deneyimine girişiyordu, Haziran1983. Bundan da günümüze kadar gelen süreç istediğimiz şekilde olmamıştır.
Diyoruz ki Türkiye’nin hiçbir yöneticisi, Kıbrıs’ta taviz veremez ve de verdirilmemelidir. Vermek demek, çocuksuz yöneticilerin cirit attığı bir ortamda, çocuk büyütülmesinin kıymetinin anlaşılmasına imkan olmadığının açık delili değil midir? Ya da çocukları var olanlarında, onları A.B. veya A.B.D. topraklarına salarak, Türk Milletinden gasp edilen paralarla yetişmesini istemeleri ve bunu fiiliyata dökmeleri sonrasında da geri getirip, Türk insanının sırtındaki son kalan artı değeri ele geçirmeye çalışmaları/çalıştırtmaları sanki farklı bir şey midir? Bu milletin çocuklarının kimsesiz bir insan ya da bir yetim gibi, yirmi-yirmi bir yaşında toprağın koynuna düşüp, dünyanın hiçbir nimetini, doğru-dürüst tüketmeyip, başkaları tüketsin diyerek, ölüm şerbetini içmelerindeki mana nedir?
Onlar yaşantılarının en güzel yıllarında varlıklarını, bir avuç bezirgan tohumunun rahat yeşerip, onun bunun tarlasında toprak süren atlar ya da şu ülke, bu ülke kapısında pinekleyen itler misali, yaşaması için mi, terki dünya ettiler? Ve ancak, o ölüm şerbetini içenlerin ruhlarına sormalı, Kıbrıs’ın son ahvali ve A.B.’nin yolunun Diyarbakır’dan geçip-geçmeyeceği hususu... Doğaldır ki bulurlarsa...
Ve o gençlerin babaları ve dahi anneleri, onları hiçbir zaman, disko ya da bar kapılarından toplamadı... O gençler, kameraların önünde İngilizlerin hormonlu deli danalarının anlayışındaki holiganlar gibi olmadılar. Aynı zamanda İspanyolların sağa sola koşan çılgın boğalarının önünden yol boyu kaçan, züppe yada maceracı yığınlar gibi de davranmadılar. Ve dahi o malum yerlerdeki kameramanlara da saldırmadılar...
Tüm bu canların, can vermesi: Edirnekapı’da, Kıbrıs’ta veya şairin yaklaşık seksen yedi yıl önce tasvir ettiği, gök kubbenin altındaki her hangi bir şehitlikte, sadece sırt üstü uzanıp yatmak ya da Kocatepe ile batıp, doğu Akdeniz’in dibinde bulunmak için miydi? Ya da tüm şehitler, bir hiç uğruna mı vuruştular? Ve bunun için mi, tez zamanda Allah’a kavuştular?.. Tüm bunlar bir bir sorulmalı, ama kime, ya da kimlere?..Bu sorgunun muhtemel yeri neresi? Belki de tam sırası...





www.ufukotesi.com - 07 / 2002  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.