Milli Sıtrateji

 

Dr. Alptürk Ünlü  

AB misyonunun ön sözü


Avrupa kıtası, dünya kıtaları içersinde Okyanusya/Avusturalya’dan sonra en küçük fiziki gövdeye sahip olmakla birlikte; Asya’dan sonra nüfus açısından ikinci; ekonomik,politik ve kültürel nüfuz açısından da dünyada birinci kıtadır. Bu derecelenmenin elbette bir tarihsel maliyeti ve zamanın sürecine dayanan takvim boyutu ve mücadele ve bu mücadelede gelişen kan,sömürü,işgal ve yağma yönü vardır.

Avrupalılar, Amerikalıların atalarıdır. Burada doğaldır ki Kuzey-Orta-Güney Amerika’daki yerli kökenliler ile Afrika’dan tekme-tokat getirilmiş olunan zenci kölelerin torunları, tasnif dışıdır.
Avrupalılar tarihlerinde, hiçbir zaman uzun süreli bir birlikteliğe sahip olamamıştır. Sadece ve sadece bazı dönemlerin siyasi ortamlarının kargaşasında karizmatik liderlerin kendi hobilerini tatmin etme duygusuyla sağa sola saldırdıkları zamanlarda, kısa süreler için Avrupa’nın ve Avrupalıların zoraki birlikteliği sağlanmış (Napolyon ve Hitler dönemi) gibi görünse de, o malum liderler kısa zamanda devre dışı bırakılmışlardır.
Avrupa tarihinde ilk büyük güç olarak Roma İmparatorluğu görünse de,onlar dahi Avrupa’nın kuzeyine ve doğusuna (Balkanlar hariç) hakim olamamışlardır. Gerçi o dönemin üretim sistemi açısından kuzeyine ve doğusuna hakim olmanın kazanç boyutunun önemli olup/olmadığı hususu da tartışılabilir.
AVRUPANIN TARİHİNDE TÜRKLER
Türkler kadar Avrupa tarihinde ve Avrupalıların öz bünyelerinde iz bırakan bir Asyalı kavim daha yeryüzüne gelmemiştir. Evet Atilla M.S.375’li yıllarda İtil (Volga) nehrini geçen Hun boylarının çocuklarından biri olarak dünyaya gelirken (Atilla’nın ismi İtil nehrine istinaden konulmuştur.) Hunlar, Avrupa’nın nüfus ve siyasi coğrafyasını değiştireceklerini elbette bilmiyordu ve hayatları boyunca da konunun bu yönünü belki de hiç dikkate almadılar.
Hunların Avrupa’ya doğru akması, bugünkü Avrupa’nın milli yapısının tam anlamıyla yerli yerine oturmasına yol açmıştır. Yani yol boyunca bazı İslav ve Cermen kavimleri kendilerine katılmış ve Hunların boyunduruğunu kabul etmişler,bir kısım İslav ve Cermen kavimleri de birbirini iterek daha batıya doğru hücum etmeye başlamışlardır. İşte bu nedenle Avrupa ve Avrupalıların tarihindeki en büyük kavimler göçü başlamış ve yepyeni yerlerde, yepyeni insan kümeleri yer alma sürecine girmiştir.
Buna göre Angıllar ve Saksonlar, bugünkü Kuzey Almanya civarlarından İngiltere’ye göç etmişlerdir. Bu insanlar, bölgenin yerlileri olan Keltler gibi insanları boyunduruğu altına alıp, daha sonraki dönemlerde İskandinavya’dan gelen Normanlar da karışarak bugünkü Anglo-Sakson adını verdiğimiz insan kümelerinin isim babası da olmuşlardır.
Yine Almanya içlerinden hareket eden Fıranklar, günümüz Fıransasına gelerek yerleşmişler ve önce buranın yerli insanlarıyla, sonraki süreçte de gelen Norman ve Biretonlarla karışıp bugünkü Fıransız milletinin temelini oluşturmuşlardır. Kısaca Avrupa’daki günümüzün millet değerlerinin en önemlileri olan İngiliz, Fıransız, Alman ve İspanyolların temelleri, M.S. beşinci yüzyılda Hun Türklerinin göç hareketlerinin sonucu olarak belirlenmiştir.
Tüm bu gelişmeler olurken Hun Türkleri, Avrupa’nın tam ortasına, yani bugünkü Macaristan’a yerleşip, o dönemin Avrupa’sının yerleşik devleti olan Batı ve Doğu Roma’nın başkentleri olan Roma ve Bizantion’u tam anlamıyla, yedi şiddetindeki bir deprem kuvvetinde sallamışlar,bu durumdan kurtulmak isteyen Batı Roma, dönemin Papa’sını Atilla’nın ayağına salya-sümük ağlamak ya da yalvarmak için gönderecek ya da Atilla’nın uçkurunu en hassas yerinden çözmek/çözdürmek için Honorya gibi hanedan mensupları bayanları yem olarak kullanacaktır.
Doğu Roma ise, daha sonraki süreçte, tarih boyunca karakteriyle birlikte anılacak olan ünlü Bizans entirikalarına en adi ve bayağı şekilde baş vuracaktır.
Hunların Doğu ve Batı Roma ve Avrupa üzerindeki baskıları yavaş yavaş azalacak bundan sonrada Hun Türkleri bir ölçüde bölge içersinde eriyip gideceklerdir. Bunların soyundan kala kala Macaristan içersindeki bir avuç insan kalacaktır.
Avrupa’nın siyasi kaderini çizen ikinci Türk dalgası, 1453-1683 arasında İstanbul’un alınışından, Viyana kapılarına ikinci kez dayanmayla belirmiştir. Önce doğudan gelen ticari yolun, Fatih Sultan Mehmet ve Sultan II. Bayezit dönemlerinde Kırımdan, Ege’ye ve bölgedeki limanlara sahip olunması;bunun paralelinde Mısır da bulunan Devleti El Türki (Kölemen/Memluk) yönetimi de Doğu Akdeniz’de etkili olunca, İtalyan denizcilerinin işsiz kalmalarına yol açmıştır. İspanyol Kıraliçesi İzabel’in dizlerinin dibinde, Hindistan’ı bulacağız yaygaraları altında, başta Kıristof Kolomb ve Ameriko Vespuçi gibi denizcilerin iş istemeleri gündeme gelmiştir.
İspanyollar tarafından, Portekiz’le (Bu konuda,Gemici Henri, Bartelmi Diaz, Vasko Dö Gama akla gelmelidir.) olan tarihsel rekabetlerinden dolayı, bu İtalyan kökenli tecrübeli ve işsiz gemicilere yeni iş ve görevler verilecektir. Bunların geliştirdiği tarihsel süreç de yeni kıtalar ve yeni değerler (patates, domates, mısır, tütün gibi) insanlığın Avrupa ve Asya boyutunda gündeme sokulacaktır.
Böylece Osmanlı ve Memluklu Türk yönetimlerinin doğu ticaret yolunu kapatması ile işsiz kalan İtalyan gemicilerinin, Avrupa’ya ticari ihtiyaçtan dolayı yeni ufuklar açtıkları görülmektedir: Bu yeni bir çağın başlangıcıdır. Müsebbibi de Türklerdir.
Türklerin Avrupa üzerindeki bu baskısı siyasi anlamda da sürecek ve Avrupalılar İkinci Viyana’dan (1683) sonra ancak ve ancak 1699’daki Karlofça anlaşmasıyla rahatlayacaklardır. Bu tarihten sonra da Türkiye’deki Türk insanın kendine olan öz güveni sarsılacak ve süreç içersinde ‘bizden adam olmaz’ fikri sürekli kamuoyuna pompalanacaktır.
AVRUPALILARIN TÜRKLERE TARİHSEL BAKIŞI

Avrupalıların Türklere karşı yoğun tepkileri ilk olarak Malazgirt Savaşı (1071) sonrasında 1095 yılında Haçlı Seferlerinin papazlarca tezgaha konulması ile başlar. Bu durum yaklaşık olarak 13. yüzyıla kadar sürer.
İkinci dönem Haçlı Ruhu da Balkanların Osmanlıların eline geçmesi süreciyle başlar.1683’e kadar bu süreçte devam eder. Karlofça’dan sonrada Türkleri bölgeden atma düşüncesinin ürünü olarak ‘Tarihi Şark Politikası’na geçilir. Bu süreç Sakarya’ya kadar en üst seviyede başarıyla uygulanır.
Bilhassa İstanbul’un alınışından sonra Mora Yarımadasının da Türklerin eline geçmesiyle Papa Calixt III. döneminde Türk korkusunu işletmek için öğleden sonra üç kez kilisede çanlar çalınmaya başlatılmıştı. Türklerin Hıristiyan devletlerin üzerindeki etkileri kırılsın diye insanlara dualar ettiriliyordu.
Ayrıca Türklerle savaşmak ve bu savaşlara kaynak yaratmak için Türklerin başı için vergiler ihdas ediyorlardı. Bunun adı ‘Türk Vergisi’ydi.
Yine Türklere, değişik savaşlarda esir düşen Hıristiyanlar için sadaka vergileri toplanıyordu. Bunun adı da ‘Türk Sadakası’ydı. İşte bu tip esirlerden birisi de ünlü Don Kişot’un yazarı İspanyol asıllı Servantes’tir. Türkiye’deki forsalık esaretinden ödeme yapılarak kurtarılmıştır.
Aslında Türklerin başarıları Avrupa’da ‘Türk Tehlikesi’ olarak algılanmış ve papazların ağzından defalarca işlenmiştir. Bu arada Hıristiyanlığın iki kanadı da gerek Katolikler ve gerekse o dönemde gelişen Martin Lutherciler, Türklerin Avrupalılar ya da daha doğru bir deyişle Hıristiyanlar üzerindeki zaferlerini,Hıristiyanların işledikleri günahların cezası olarak Tanrı tarafından yaptırıldığını savunmaktadırlar.
Bu konuda Avrupalılara örnek mahiyetinde, yüzyıllarca önce Almanca’ya yansıtılan aşağıda gösterdiğimiz kavramlar son derece ilginçtir: Türk Savaşları (Türkenkriege),Türk Tehditi (Türkenbedrohung),Türk Korkusu (Türkenangst),Türk Akını (Türkenzug),Türk Sıkıntısı (Türkennot), Türk Sadakası (Türkenalmosen),Türk Vergisi (Türkensteuer), Türk Yardımı (Türkenhilfe), Türk Parası (Türkengeld), Türk Çanları (Türkenglocke) gibi...
Görüldüğü gibi gururlu ve onurlu Avrupalıların Cemaziyelevvellerini bilen biz Türkler, onlar için her zaman ve her yerde tehlike olarak algılanmaktayız. Şu anda dahi elimizin kolumuzun 1938 den itibaren bağlandığı ve onların paralı uşaklarınca gözlerimizin de bağlanmaya çalışıldığı şu süreçte dahi, bizim ayağı kalkıp kendilerine rakip olacağımızın telaşı içersindedirler.
AVRUPANIN TARİHİNİN BİRLİKTELİĞİNDE: SOYLULUK
Avrupa milli anlamda değilse de sosyolojik anlamda sanal bir birlik ve bütünlüğü tarih boyunca kendi içersinde sağlamıştır. Bu birliğin boyutu ve yoğunluğu genel olarak bütün Avrupa’da aristokratik anlayışla belirlenmiştir. Onlar, asalakça sömürmeyi bir iş edinirken, yarattıkları soyluluk maskesinin arkasından kendi toplumlarını acımasız bir biçimde sülük gibi emerek İmparator-İmparatoriçe, Kıral-Kıraliçe, Çar-Çariçe, Pirens-Pirenses, Lord-Leydi,Kont-Kontes, Baron-Barones, Dük-Düşes gibi sahte unvanlarla aşağı yukarı bütün Avrupa’yı sarmışlardır.
Bugün dahi İngiltere,İspanya,Hollanda,Belçika,İsveç,Norveç,Danimarka gibi bazı çağdaş Avrupa ülkeleri bu asalak soyluluk anlayışını özlerinde taşırken, Avrupa Birliğinin sözde demokrasi havarilerinin pek çok ülkeye demokrasi dersi verme bağlamında -neredeyse yırtık donlarına kadar- her şeylerine karışmalarına karşın, kendi içlerindeki bu tarihsel asalaklığa son vermemeleri ya da verme düşüncesi üzerinde her hangi bir ön ya da son koşul ileri sürmemeleri/sürememeleri ne kadar demokrasiyle ya da çağdaş olmayla bağdaşır, hiç düşündünüz mü?Anladığımız kadarıyla Avrupa Birlikçileri bu konuyu hiç düşünmek ya da akla getirmek dahi istemiyorlar.
Acaba bayrağında yıldızlarını ABD gibi sürekli çoğaltan AB,yarın başkentini Berlin mi,Roma mı,Londra mı,Paris mi ya da Madrid mi yapacak?
Diyelim ki Başkent sorunu çözüldü. Ortak dil Almanca mı,İtalyanca mı,İngilizce mi,Fıransızca mı ya da İspanyolca mı olacak? Portekizliler dahi dillerinin öne geçmesini istemezler mi?
Diyelim ki ortak dil sorunu da çözüldü. Peki İngiltere’nin burnundan kıl aldırtmadığı soyluluk anlayışından, Kıraliçe II Elizabet ya da oğlu Pirens Çarls vaz mı geçecekler? Ya yukarıda adlarını saydığımız Kıral ve Kıraliçelere halen sahip olan bazı ülkeler, bu şahısları kovacaklar mı? Yok kovmazlarsa, daha ana karnına yeni düşen bir çocuğun, toplum içindeki durumunun beşik uleması gibi, soyluluğuna izafeten birikimsel haklarının kökten belirlenmesi, ne kadar acı bir durum değil mi? Ve de demokrasinin insan hakları yaygarasıyla nasıl bağdaştırılmaktadır?Anlaşılır gibi değil. Varın birazcık düşünün.
Gerçi Avrupa ülkelerinin bir kısmının soyluluğun bu yönetimsel yönünü üstlerinden atmamalarının temel nedeni, onlara karşı duyulan sevgi ve saygı gibi yuvarlak sözcüklerle ya da sadece gelenek-görenek ve nostalji kelimeleriyle de izah edilemez. Olsa olsa dünyadaki talan ekonomisinden aldıkları payın yüksek olması ve bunu insanlarına yansıtmaları ve yansımayla rahatlamış olan bireylerin, Kıral ya da Kıraliçeye karşı da yoğun bir düşmanlık duymalarını engellediği gibi,o bireylerin kendi varlık ve çıkarlarının devamı içinde bu sistemi savunmaları da son derece normaldir.
Eğer bireylerin çıkarları bozulur ve adı geçen ülkelerin dünya sömürü sisteminden aldıkları pay yüzdeleri düşerse, ilk katl edecekleri kişiler işte bu sözde soylu olduğu söylenen insanlar olacaktır. Ama bunun için soyulan ülkelerin soyulmaması gerekecek şekilde yeni ortamların oluşması lazımdır. Zor bir durum. AB’ni savunan eski komünistler,nedense bu konulara değinmezler. Çünkü böyle bir gelişme dünyanın siyasi kaderini alt-üst eder. Aynı zamanda kendi çelişkilerini de daha açık ve net bir biçimde ortaya koyar.
AVRUPANIN TARİHİNİN BİRLİKTELİĞİNDE HIRİSTİYANLIK

Kendi halklarının sömürülmesi anlamında bir birliktelik, Avrupa tarihinde uzunca bir süre baş köşeyi meşgul etmiş ve bu meşguliyette Aristokratların/soyluların öncülüğüne ruhbanlar, yani Hıristiyan din adamları sürekli çanak tutmuşlardır. Bu çanak tutuşun bedelini yaşantılarındaki ‘ekmek elden su gölden’ yapısıyla da ortaya koymuşlardır.
Kapitalizmin yükselmesiyle birlikte ‘ayrı yumurta ikizi’ olan kardeşleri Feodal kökenli aristokrat/soylularla beraber Ruhbancı Hıristiyan din adamları, bireyler üzerindeki doğrudan hakimiyetlerini kaybetmişler ve artık bu anlamda sürekli ikinci kümede oynatılan bir futbol takımına döndürülmüşlerdir.
Artık yer yer de Avrupa’ya el altından hakim olmaya başlayan Nakdi ve Ayni Sermayenin gerçek sahibi olan Yahudilerdir. Onlar emirlerindeki masonik burjuvalara dayanarak, arada-sırada zamanı da uygun olunca,farklı ideolojik sarsıntılar esnasında Fıransa İhtilalinden, Çar Rusya’sında ki sahtekar papaz Rasputin’e kadar, pek çok Hıristiyan din adamına bir araba dayak attırmış ya da kellelerini koltuklarının altına tutuşturarak, giyotinin yoldaşlığında mezarlarına göndermişlerdir.
Roma İmparatorluğu sonrasında Hıristiyanlık, tüm Avrupa’nın yavaş yavaş dini olmaya başlamış,bunu bir ölçüde Osmanlı Devleti’nin Avrupa’ya gelmesi ile en azından Balkanlar boyutunda bozmuştur. Kısaca Avrupa tarihinde Birlik geçmişte soyluluk anlayışı ile dinsel anlayışta sağlanmış gibi görünse de gerçekte tek devlet,tek idare bazında bu hiçbir zaman mümkün olmamıştır. Haçlı Seferlerinde ve Papalık Devletinin en güçlü olduğu dönemlerde bile bu birleşme/bütünleşme sağlanamamıştır.
Şimdiki sağlanmış olan birliğin temel boyutu ne din,ne soyluluk, sadece çıkar ortaklığındaki,sömürüden geçmektedir. Yani Avrupalıların tek tek ülke bazında değil de, ortak bir şekilde anlaşarak bir sömürü ağı kurup kendi bireylerinin insanca yaşam kalitesini yükseltme iddiası ve onun uygulamasıyla şu aşamada karşı karşıyayız.
ANGLO-SAKSON-YAHUDİ İTTİFAKININ YÜKSELİŞİ
Avrupalıların yeni kıta ve sömürgelere ulaşması sonucunda yeni bir süreç dünyada başlamıştır. Bu yeni süreçte, Yahudilerin sünger gibi parayı emme ve sermayeyi geliştirme ve sinekten yağ çıkarma anlayışlarının da çok önemli olduğunu unutmamalıyız.
Bu yeni dönemle birlikte Avrupa’da egemenlik sürecinde Latin, Cermen ve İslav kökenlilere karşı, yeni bir Anglo-Sakson-Yahudi hakimiyet modelinin yükseldiğini ve tüm Ondokuzuncu yüzyıl boyunca bu olumsuz değerin yükselerek ve gelişerek devam ettiğini görmekteyiz.
Bu yükselişin en önemli ayağı İngiltere olmuş,bu ayağın gücü denizaşırı topraklardaki her türlü değerlerin talanı üzerine kurulmuştur. Bu denizaşırı kazançların sonucunda, İngiltere ve Avrupa’daki Yahudi Sermayedarların yoğun nakdi sermayelere dönüştürme becerisi yükseltilmiştir. Aynı zamanda zincirleme bir reaksiyon içersindeki Yahudilerin bu becerideki borç-faiz-borç makasını geliştirmeleri, kağıt para ile diğer değerli kağıtların üstün bir biçimde gündeme sokulması, kazancın tıransferini kolaylaştırmıştır. Devletlerarası sömürüyü korkunç hale getirmiştir. Bunun paralelindeki bu kolaylaşma ile yeni yatırımlar ve akabinde teknolojik atılımlarda en üst seviyesine çıkmıştır.
Tüm bunlar başta İngiltere olmak üzere Avrupa’da sürerken,Anglo-Saksonluğun diğer ucundaki ABD ise bu sürece katılmak için çırpınıp durmaktaydı. Bu yolda yaşadığı iç savaş sonrasında sanayi ve finansman konusunun alt yapısını ve politik manevrasının çıkış noktalarını aramaya başlamıştı.
Dünyadaki ekonomik sistemin kapitalizme odaklandığı bir sırada politik rekabetin kavgayı getireceğinin kaçınılmaz olduğu günlerde:Bir tarafta Anglo-Sakson-Yahudi ittifak kuvvetleri ile Latin ve İslav kökenlilerin,Avrupa’nın ortasından yükselen değer olan Cermenlerle kapışmalarında Osmanlı Devletine de Cermenlerle müttefik olmak düşüyordu.
Aslında savaşta, Almanlar ve Avusturyalılar Cermen, Macarlar ve Türkler ise Turan kavimleri olarak ortak bir paydada yer almışlardır. Yine bu tarafta eski bir Turan kavimi olup sonradan İslavlaşmış olan Bulgarlarda bulunmaktaydı. 1914-1918 mücadelesinin sonucu olarak,Cermen ve Turan kavimleri çeşitli ortam ve anlaşmalarla cezalandırıldı. Almanya Versay Anlaşması şartlarına mahkum edildi. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tabir yerindeyse Kelaynak kuşlarına benzetildi. Avusturyalılar için ufacık bir devlet Viyana merkezli; Macarlara ise Budapeşte merkezli küçük bir devlet tahsis ettiler. Çok sayıda Macar,Romanya ve Yugoslavya’da bırakıldı. Bulgaristan’ın elinden Batı Tırakya alındı. Osmanlı Devleti Sevr Anlaşmasıyla sadece Orta Anadolu’ya mahkum edildiyse de Atatürk’ün önderliğinde yükselişe geçen Türk Milleti, Cumhuriyet Türkiye’sinin sınırlarına söke söke ulaştı ve Lozan’da da 24 Temmuz 1923’te bunu pekiştirdi.
YAPIŞTIRMA DEVLETLER
Galipler yani Anglo-Sakson-Yahudi İttifakı ile Latinler birlikte karar alıp Cermen ve Turan kavimlerinin Orta Avrupa ve Balkan’lardaki etkisini kırmak için yukarıdaki Avusturya,Macaristan ve Bulgaristan dışında Yunanistan’a ve Romanya’ya topraklar vererek büyütmüşlerdir.
Ayrıca burada yapıştırma devletler türetmişlerdir. Bunlardan en önemlisi Yugoslavya’dır ki, bu devlet kelimenin tam anlamıyla, bölük pörçük ve her yönüyle yapıştırma bir devletti. Diğeri de Orta Avrupa’da ortaya çıkartılan Çekoslovakya’dır.
Bunlardan istenilen nedir? Bu devletlerden Yugoslavya Balkanların,Çekoslovakya’da Orta Avrupa’nın denge noktası olamaya çalışacaktır. Bu durum 1919 dan 1990’lara kadar sürmüştür. Bunda Hitler sonrası Avrupa’nın Doğu kesimini ele geçiren komünist ideolojinin baskıya dayanan korkutucu yüzünün büyük payı vardı. Bu rejimlerin çözülmesiyle birlikte,yapıştırma devletlerin yapıştırıcıları ya da dikişleri çok kötü bir biçimde atmaya başladı. Bugün o Yugoslavya’dan Sırp ve Karadağ yönetimini saymazsak, Sılovanya, Hırvatistan,Bosna-Hersek ve Makedonya Devletleri ortaya çıkmıştır. Aynı şeklide Çekoslovakya’nın yerini de Çek ve Sılovak Cumhuriyetleri almıştır.
AB, ANGLO-SAKSON YAHUDİ İTTİFAKINA KARŞI MI?
Günümüz dünya hakimiyetinde bir numaralı güç Anglo-Sakson-Yahudi ittifakına dayanmaktadır. Sovyetlerin dağılması ile AB güç olarak gündeme daha hızlı sokulmuştur. Aslında AB’nin kurulmasında İngiliz Başbakanı Çörçil ile Amerikalıların etkisi büyüktür. O zamanki AB, savaş nedeniyle yıkılan ve tükenen Avrupa’ya yeni ekonomik kaynak oluşturmak ve komünizme direnmek için ilk adımlarını AKÇB (Avrupa Kömür ve Çelik Birliği)olarak, 1951 de Paris’te Federal Almanya, Fıransa,İtalya,Hollanda,Belçika ve Lüksemburg arasında imzalanan anlaşmayla atıyordu.
1957 yılında Roma’da imzaladıkları anlaşmayla bu ülkeler, AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu)adını benimsiyorlardı.1967 yılında AET,AT’na dönüştürülüyor.1972 yılında İngiltere,İrlanda,Danimarka ve Norveç üyeliğe alınıyor. Fakat Norveç halkı üyeliği istemediğinden üyeliği askıda kalıyordu.1981 yılında Yunanistan tam üye oluyor.1986 yılında İspanya ve Portekiz’le birlikte tam üye sayısı 12’ye çıkıyordu.
1991 de Avrupa Topluluğu (AT),Avrupa Birliğine (AB) dönüşüyordu. Neden bu dönüşüm isteniyordu?Sovyetlerin çözülmesi ve çözülmenin dünya hakimiyetindeki yeri, boşluk halinde açılmıştı. Acaba bu şekilde yeni bir siyasi güç olan AB, bu yeni açılan boşluğu doldurulabilir miydi?
1995 yılında Finlandiya, Avusturya ve İsveç ile birlikte üye sayısı 15’e yükseliyor ve 1 Ocak 2002 de ortak para birimi olan Euro’ya geçiliyordu. Fakat İngilizler paralarından vazgeçmiyorlardı. Neden?Acaba öbür Anglo-Sakson kardeş mi böyle istiyordu?Zaten İngiltere, üye olmak için iki kez kapıyı aşındırmamış mıydı? Birincisinde Dögolcü Fıransa isteği reddettirmemiş miydi?İkincisinde de arsız misafir nasıl reddedilmiyorsa,o da, o şekilde kaleye sokulmamış mıydı? Kaleyi içten çökertsin diye mi,diğer Anglo-Sakson kardeş İngiltere’ye destek oluyor,durumu görenlerde ona göre mi önlem almaya çalışıyorlardı?
1990’lara kadar ekonomik yönü ağırlıklı olan bir Almanya’nın tam anlamıyla dış siyasete ağırlığını koymadığı, daha çok Latinlerden özellikle Fıransızların 1960-1990 arasındaki süreçte başı çektiği bir dönem yaşanmıştır. Fıransa artık Anglo-Saksonlara karşı mı geliyordu?Avrupa’da yapıştırma devletler çatlayıp patlarken Almanya nasıl birleşiyordu? Sürecin öyküsüne öbür sayıda devam edeceğiz.


www.ufukotesi.com - 07 / 2002  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.